Narrative Terapi’nin iki ustası Epston ve White, önce kulağa tuhaf gelen ama anlayınca “hah işte!” dedirten bir kavram öneriyorlar: “textual identity”. Türkçeye düz çevirirsek, garabeti gitmiyor; yabancı duruyor hâlâ: “metinsel kimlik!” Bu da ne ki? Şöyle diyor iki usta: İnsan, kendi hayatını yaşarken, kendisine özel rol veren bir hikâye yazıyor.

Her birimiz biricik bir hayat yaşıyoruz. Fiziksel şartlar sabit, mekânlar sabit, geçmiş sabit. Çoğu şey değiştirilemez nitelikte. Ama değiştirilemez olanları görme biçimimiz, dolayısıyla hikâyeleme üslubumuz değişebilir. Geçmişte bıraktığımız yılları, “şimdiki aklım olsa, geçmişte yaptıklarımı yapmazdım” diye lanetleyerek anlatmak bir seçenek. Aynı yılları, “geçmişte yaptıklarımı yaptığım için şimdiki aklım var” diye hatasıyla sevabıyla bir mektep olarak okumak, bir bilgelik kaynağı olarak anlatmak da seçenek.

Diyelim ki yürüyüşe çıktınız. Birden yağmur yağmaya başladı. Şemsiyeniz yok. Islanacaksınız, kaçarı yok. “Hava berbat!” diye yürüyüşünüzde kendinizi mağdur ilan edebilirsiniz. “Bu yağmur, gelecek baharda yürüyeceğim bu patikadaki çiçeklerin tohumlarını besliyor” diye ekolojik bir bakışla, yağmuru ve kendinizi başrole koyabilirsiniz. Aklınıza “Hem biraz yağmur kimseyi ıslatmaz!” diye bir şiir de düşer. Peygamberimizin de ıslanmayı sevdiği aklınıza gelir; “yağmur damlalarına kirpik uçlarınızdan selam verirsiniz!”

Bana öyle geliyor ki, tüm Kur’ân bize “kimlik” kazandıran en umut verici “metin”. Nerede ve halde olduğumuzu hatırlatan cümleleri sarıyor nefesimize. “Hamd olsun…” diyoruz öncelikle. “Şimdi burada olmak, insan olarak nefes alıyor olmak, hiç ummadığım bir sürpriz. Hak etmediğim, hakkını veremeyeceğim bir lütuf içindeyim. Başköşesine oturtulmuşum galaksinin” diyebiliriz.

Canımızı yakacak bir kayıp yaşadık diyelim. O kaybı umutla hikâyeleştirecek metinler bulabiliriz Kitap’ta. Mesela, “Rabbim ben mağlup oldum!” der Nuh’a eşlik ederiz. Mesela, “Keşke hiç doğmamış olsaydım” diye inler Meryem’in yalnızlığına katılırız. Mesela, “ben tükendim Allah’ım” der, Musa’ya yoldaş oluruz.

Canımızı yakacak bir kayıp yaşadık diyelim. O kaybı umutla hikâyeleştirecek metinler bulabiliriz Kitap’ta. Mesela, “Rabbim ben mağlup oldum!” der Nuh’a eşlik ederiz. Mesela, “Keşke hiç doğmamış olsaydım” diye inler Meryem’in yalnızlığına katılırız. Mesela, “ben tükendim Allah’ım” der, Musa’ya yoldaş oluruz.

Yoldan çıktık, ayağımız kaydı diyelim. “Rabbim biz yanlış yaptık..” der Adem’in sesine katarız pişmanlığımızı. Düştük diyelim, umutlarımızı tükettik, “Rabbim beni terk etti, küstü bana!” diye söyleniriz, işte o vakit Duha’yı yeni/den duyarız. Gecenin ardına sabahı koyan, kışın sonunda bahar sunan güzelliğiyle tanışırız. “Rabbin seni terk etmedi, sana küsmedi de…” müjdesini duyan bir hikâyenin kahramanı oluveririz.

İçine düştüğümüz haller, savrulduğumuz boşluklar, kurtarıcı metnimizi yeni/den okutur bize.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum

  1. Esra 11 Kasım 2020 at 10.49 - Yanıtla

    Günüme şifa vesilesi oldu bu keyifli yazı ⭐️ İyi ki varsınız 🌷

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar