Peygamberimizin [asm] “lezzetleri tahrip edeni hatırlayın” sözü, yaygın biçimde “Lezzetleri tahrip eden [ölümü] hatırlayın” şeklinde çevrilir. Oysa, lezzetlerin tahripi, zevklerin bitimi, bütün ömrü sonlandıran nihai ölümü beklemez. Gerçek şu ki, lezzetlerin doğasında vardır ‘ölüm’; hatta bu tür anlık ölümler sayesinde tadına varırız lezzetlerin.

İnsanın lezzet alması, bir dalga fonksiyonudur. Tattığımız her lezzetin seyri ağzımızda bir çan eğrisi çizer. Tıpkı güneşin günlük seyrinde olduğu gibi, önce yükselir, zirve yapar ve sonunda batmaya başlar. Şimdi aldığımız lezzet bu şekilde öldüğü için, sonunda sıfırlandığı için bir sonraki lezzeti alacak açlığımız ve açığımız başlar. Mesela, kahvaltıyla aldığımız doymuşluk ölmeden akşam yemeğinin tadını alamayız. Bunu çok iyi bilen mutfak şefleri, tok olduğunu söyleyenlere yemeklerini tattırmazlar.

Tokluk, lezzeti öldürür. Tokluk ölünce, lezzet diriltir.

Kanaatimce, tam da bu yüzden Peygamber ‘lezzetlerin tahrip eden ölüm’ü değil, ‘lezzetlerin tahribi’ni ciddiye alın der. Lezzetler, tahrip oldukları için tadılmaya müsaitleşir. Meşhur Said Nursi sözünü hatırlayalım: “zeval-i elem lezzettir; zevali lezzet elemdir.” İki lezzet arasında ‘elem’ olmazsa, lezzeti tadamaz insan. Sürekli zirve halinde olan bir lezzet, dili körleştirir, damağı sağırlaştırır. Bu hayatla bağdaşır değildir. Her elem insan ile lezzet arasına bir mesafe koyar, bir boşluk açar ki, insanın lezzeti tatması ancak böyle mümkündür.

İşte tam burada sözü Heidegger’e bırakıyorum.

Heidegger, iki tür farkındalıktan söz eder. İlki, evrendeki şeylerin var olma şekline duyduğumuz ‘hayranlık’a dayalıdır. Bu farkındalık, var oluşumuzu unutturur; bizzat varoluşumuza hayranlık duymaktan kaçırır. Bizi kuşatan nesnelerin bolluğuyla uyumlanmayı içerir.

İkinci farkındalık ise, ‘ontolojik’ farkındalık halidir. Bu, yaşadığımız dünyadaki şeylerin varlığına ve her şeyin böyle oluşuna, her şeye olduğu gibi olduğu için hayran olmaya denk gelir. Gerçek farkındalık burada başlar. Bu farkındalık, derin bir değişime kapı aralar, ciddi bir dönüşümü başlatabilir.

Heidegger, ikinci farkındalığı “ölümle yüzleşme” deneyimine bağlar. Ölüme kıyısına varmak, insanın yaşadıkları konusunda uyandırır. Yaşadıklarının nasıl olduğuna bakmaksızın, yaşadıklarını olduğu haliyle görmeye başlar.

Ben Heidegger’in ölümle yüzleşmesini “sudan çıkmaş balık” deyimiyle anlıyorum. Şu meşhur şiir balığın halini çok güzel özetler: “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” Sürekli suyun içinde olmak, suyu unutturur, suya kör yapar balığı. Ve de insanı.

Şu hikâye konuya biraz daha açıklık getirir umarım: “Balıklar deryada sakin, sükunetle yüzerken içlerinden biri garip bir soru sorar: “Su nedir?” Soru oldukça basittir. Ama yıllar yılı içinde sürekli yüzüp yüzgeç attıkları suyun hakikatini hiçbiri bilemez. Çünkü su ile aralarına hiçbir boşluk girmemiştir. Sudan ayrılmak gibi bir deneyim yaşamamışlardır. Bunun üzere araya araya balıkların pirini bulurlar ve ona sorarlar: “Ey pirimiz, su nedir?” “Çok iyi biliyorum ama size anlatamam” der yaşlı balık. “Siz de benim gibi bir oltanın ucunda bir süre çırpınırsanız anlarsınız. Ancak o vakit, denizi göreceksiniz ve suyu anlayacaksınız.” Meğer balıkların piri, bir ara bir oltaya yakalanmış ama son anda kurtulmayı başarmış. “Siz sudan başka bir şey görmüyorsunuz; suyu asla göremeyeceksiniz.”

Sudan çıkmaya gerek yok. Ölüm deneyimi, son an’a saklanacak kadar nadir bir deneyim değil aslında. Her lezzetin bitişinde saklı. Her zevkin zirveden zevale doğru meyletmesinde deneyimleniyor. Lezzetler sürekli tahrip oluyor. Eşya sürekli terk ediyor. Yeter ki insan Heidegger’in dediği ölümle yüzleşme deneyimini her tükenişe taşıyabilsin. Hayatın dalgalanan haliyle tanışan bir insan, dalgaların yükselişini de alçalışını da birbirine eşitler. Yunus Emre’nin söylediği farkındalık haline gelir: “Ne varlığa övünürüm ne yokluğa yerinirim.”

Varlığı yokluğa eşitleyebilir misin? Ölümü ve lezzeti aynı kaptan içebilir misin? Eğer bunu başarabilirsen, Heidegger’in ontolojik farkındalığına, Yunus’un muhteşem eşitlemesine ve Hazreti Peygamber’in ölüme bakışına doğru yola çıktın demektir.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar