Onlu yaşlardaki çocuklarımıza Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarında, “kuşları parçalama” telkini yaptığımızı yeni öğrendim. Üstelik bunun Allah’ın Hz. İbrahim’den isteği olduğunu söylüyormuş eğitim sistemimiz. Çocuğu merhamet ve ihtimam ahlakıyla tanıştırmak yerine Kur’ân’da olmayan anlamı, Kur’ân adına uydurup ısrarla tekrarlıyormuşuz.
Bakara Suresi 260. ayetin mealine iliştirilen “kuşları parçalayarak öldür!” notu, “Ölüleri dirilttiğini gözlerimle görmek istiyorum!” diyen Hz. İbrahim’in talebinin gereğinin acele ve üstünkörü yorumlanmasından kaynaklanır. Said Nursi’nin Haşir Risalesi’nin omurgası olarak yorumladığı bu ayetin anlamına, parantez içinde eklenen (parçala ve her bir parçasını ayrı tepelere bırak) anlamı, Muhammed Esed başta olmak üzere, birçok Kur’ân talebesi tarafından gramatik ve mantıksal gerekçelerle reddedilmiştir. Buna rağmen, kendini güncellemekte geciken ama başından beri güvenilir referans sayılan Diyanet Meallerinde anlama dair bu inhiraf var olmaya devam etmekte, tekrar tekrar basılmakta ve yayınlanmaktadır.
Ayetin muradı, ölmeden önce diri olmanın, öldükten sonra diriltilmekten hayret verici olduğunu Hazreti İbrahim’in insanî sorgulaması üzerinden her insana her zaman her yerde göstermektir.
Ayetin muradı, ölmeden önce diri olmanın, öldükten sonra diriltilmekten hayret verici olduğunu Hazreti İbrahim’in insanî sorgulaması üzerinden her insana her zaman her yerde göstermektir. “Dört kuşun her birini ayrı ayrı tepelere koy!” diyen ayetin anlamına mucize etkisi katmak için, parçalanmış kuşların dirilerek uçmasının hayal edilmesi ve temenni edilmesi anlaşılabilir bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımı sorgulamazsak, şu sonucu da göze almalıyız. Birincisi, “mucize” diye kaydedilen, “parçalayarak öldürüldükten sonra uzaktan uçarak gelen dört kuş”u sadece İbrahim görür. İkincisi, görmemiz istenen “mucize” buysa, sadece dört kuşluktur, acaba yeniden diriltenin gücü beşinci kuşa yetmiyor mu? Üçüncüsü, sadece Hazreti İbrahim’in gördüğü, sadece bir kez gerçekleşmiş bu istisna olay bize şimdi burada mesaj vermez. Dördüncüsü, bu “istisna”ya odaklandığımızda, her an her şeyin yokluktan diriltilmesi gibi muhteşem mucizeleri sıradanlığa mahkum ederiz, asıl mucizeye köreliriz.
Bu yaklaşımı sorgulamazsak, şu sonucu da göze almalıyız. Birincisi, “mucize” diye kaydedilen, “parçalayarak öldürüldükten sonra uzaktan uçarak gelen dört kuş”u sadece İbrahim görür. İkincisi, görmemiz istenen “mucize” buysa, sadece dört kuşluktur, acaba yeniden diriltenin gücü beşinci kuşa yetmiyor mu? Üçüncüsü, sadece Hazreti İbrahim’in gördüğü, sadece bir kez gerçekleşmiş bu istisna olay bize şimdi burada mesaj vermez. Dördüncüsü, bu “istisna”ya odaklandığımızda, her an her şeyin yokluktan diriltilmesi gibi muhteşem mucizeleri sıradanlığa mahkum ederiz, asıl mucizeye köreliriz.
Evcilleştirdiği kuşları uzak tepelere bırakıp geri dönmesini bekleyen her insanın, o bekleyiş sırasında yaşadığı insanî ürpertiyi sıcacık bir mektup olarak okutur bu ayet. Kaybetmeleri izleyen yeniden kazanımlarımızı kuşlar gibi kanatlanan sıcacık umutlar olarak gösterir. Kayıplarımız üzerinden yaşadığımız hayalkırıklıklarının İbrahimî bir ibret olarak deneyimlettirir. (Konunun psikolojik eksenine dair kısa notları şuradan okuyabilirsiniz.)
Bu kuş bahsi bir hatıramı da canlandırdı. On-on beş yıl kadar önce, Anadolu’muzun güzel bir ilçesinde veli ve öğretmenlere yönelik bir söyleşiye gitmiştim. Özel bir ilköğretim okuluydu. Benim söyleşimden önce çocuklara sahnede şiirler okutuldu. Derken, sıra Arif Nihat Asya’nın meşhur “Bayrak” şiirine geldi. Yedi yaşlarında bir kız çocuğu, şiirin en kritik yerinde beden diliyle ayaklarıyla bir şeyi ezermiş gibi yapıyordu. O sırada okuduğu dizeyi unutur gibi olunca, arkadan hocası suflörlük yaptı. Sahneye yakın olduğum için rahatça duyabiliyordum. Kızımız ayaklarını kuşları ezermiş gibi yere sürterek tekrarladı dizeyi: “Sana selam vermeden uçan kuşun yuvasını bozacağım…” “Sana selam vermeden uçan kuşun yuvasını bozacağım…” “Sana selam vermeden uçan kuşun yuvasını bozacağım…” Alkışlar yükseldi, ıslıklar yankılandı.
Derken, sıra Arif Nihat Asya’nın meşhur “Bayrak” şiirine geldi. Yedi yaşlarında bir kız çocuğu, şiirin en kritik yerinde beden diliyle ayaklarıyla bir şeyi ezermiş gibi yapıyordu. O sırada okuduğu dizeyi unutur gibi olunca, arkadan hocası suflörlük yaptı. Sahneye yakın olduğum için rahatça duyabiliyordum. Kızımız ayaklarını kuşları ezermiş gibi yere sürterek tekrarladı dizeyi: “Sana selam vermeden uçan kuşun yuvasını bozacağım…”
Söyleşimin sonunda aldığı alkışlarla adeta sarhoş olmuş kızımızı sahneye çağırdım. Göz hizasına eğilerek sordum: “Sen hiç kuş yuvası gördün mü?” “Hayır” dedi. Bir soru daha sordum: “Bir kuş yuvasında kuş yavruları cıvıldarken, o yuvayı dağıtır mısın?” “Hayır!” dedi kızımız, dehşetle. Elinden tutup hemen arkamızda asılan bayrağın yanına götürdüm. “Bak, güzel kızım, bu bayrağın asılı olduğu yerde yuva kurduk biz. Kuşlara yem verdik biz. Yıkılmış yuvaları onardık. Kuş cıvıltılarını sevdik. Yuvasız yetimlerin başını okşadık!”
Alkışlanma sırası bana geldi. Seyircileri susturdum bir el işaretiyle. “Bu alkışlar benim hakkım değil, bizim hakkımız değil. Canları pahasına, biz torunlarını utandıracak işler yapmaktan kaçınmış ecdadımızın hakkı…”
Konuyu merhum Arif Nihat Asya’nın şiirine bağlama ihtiyacı hissetmedim.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.