“”innâ lillah ve innâ ileyhu raciûn” ayetini duyar duymaz, içimiz acır, sendeleriz. “Hayırdır, ölen mi var?” deriz. Sanki ayetin sesinden ölüm kokusu alırız, anlamından ölüm havası kaparız.

Oysa bu ayet cıvıl cıvıl hayat taşır, sımsıcak dirilik fısıldar.. “Biz Allah’a aitiz” der ayet birinci cümlesiyle. Doğrudur, Allah’a ait olduğumuzu öldüğümüzde anlarız; hem de acıyla idrak ederiz. Oysa, yaşarken daha nettir bu gerçek; bir nefesi verip bir sonraki nefesi alırken, Allah’a aitliğimizi görürüz. Akşam gözlerimizi yumup adımızı bile unutmuşken, sabah yeniden kendimize gelişimizi, adımızı hatırlayışımızı görünce kendi kendimize ait olmadığımızı tecrübe ederiz. Derin bir deneyim olarak nefes nefese yaşarız “innâ lillah” gerçeğini.

Peki niye bunu anlatmak için kendi fotoğrafımı koyuyorum? Şu kesin, bir gün o fotoğraf size o ayeti söyletecek ya da altına yazdıracak. Kim kaldı ki dünyada ben kalayım… Ama şimdi yaşarken de yüzüme baktığınızda o ayeti demenizi istiyorum. Hiç olmazsa benim yüzümü görür görmez “innâ lillah ve innâ ileyhu raciûn” deyin. Yüzümle olsun size bir ayeti hatırlatayım. Yüzüm bir ayetin okunuşu olsun.

Çünkü insanın yüzü Allah’a aittir… O yüz, Allah’ın insana bakışının mührüdür. Kendi fotoğrafımı koymamın sebebi, o yüzün şimdilik bende olsa da, bir zamanlar bende olmadığını, bir zaman sonra da benden alınacağını hatırlamak ve hatırlatmak içindir. Ama yüzüm bende değil diye Sahibim bana bakmaktan vazgeçecek değil.

Nereden mi biliyorum? Yüzümün bende olmadığı binlerce yıl boyunca, bana bakmış, beni öncelemiş, önemsemiş ki, yokluktan varlığa çıkarmış, unutulmuşluktan ışığa almış çünkü. İşte insan yüzü “İnnâ lillâh”ı böyle derin, böyle ince, böyle canlı, böyle kesin söyler.

Allah’a aitiz biz; kimliğimiz O’nun bakışından yüzümüze düşen nasipten başkası değil ki. Yüzümüzün biricik ve benzersiz oluşundan anlayalım ki O her birimize herkese baktığı gibi bakıyor değil, özel bakıyor, biricik görüyor.

İşte O Allah’a dönmekteyim. Nefes nefese. Hücre hücre. Yaşayarak. Sevinçle.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar