Söz ışıktan çok daha güçlü bir şiddette düşüyor aramıza. Şimşek gibi aniden parlıyor; sağımızdaki solumuzdaki siluetlere ruh üflüyor, ayakucumuzda bekleyen gölgeli kuytuları pırıltılı tebessümlere dönüştürüyor, uçurumların korkulu yüksekliğini ifşa ediyor. Gizli yüzleri yakalıyor; tehlikeli köşeleri, kırılgan zeminleri, tehditkâr bakışları açık ediyor. Yüzümüzü göstereceğimiz aynalar sunuyor. Sevinçler yükleyeceğimiz renkler koyuyor önümüze.

Ergün Kocabıyık’ın “her şey ve hiçbirşey olarak yüz” üzerine uzunca bir süredir demlediği tefekkürlerini yazdığı Aynadaki Narkissos kitabının ilk sayfalarında ünlü fotoğrafçı Duane Michals’ın ünlü sanatçı Andy Warhol’u fotoğrafladığı yine ünlü fotoğrafının altına koymayı tercih ettiği not beni gece yarısı uyandırdı. A’raf Suresi 143. ayetinin meali, Andy Warhol’ün yüzünü göstermek isteyen fotoğrafçıdan yüzünü saklamasını açıklıyordu: “Beni göremezsin!” Fotoğraf yorumlarıyla da ünlenmiş Duane Michals, fotoğrafa dair açıklamasında şöyle diyordu: “Aslında Andy Warhol bir şeyi saklamıyordu elini yüzüne kapatarak. Yüzünün-gerçekte her yüzün-görünmez olduğunu gösteriyordu.”

Kur’ân ayetlerinin akışı içinde bu cümleyi Hazreti Musa’nın Tur Dağı’nda “göster bana kendini!” talebine, Allah’ın verdiği karşılık olarak okuyoruz. Çok da şaşırmıyoruz. Oysa şaşırtmak içindir ayet. Hayreti uyandırmak içindir. Tarihsel bağlamı içinde “söylenmesi gerekeni söylüyor nasılsa” deyip Söz’ün yüzümüze dair çarpıcı bir gerçeği söyleyebileceği ihtimalini göz ardı ediyoruz.

“Beni göremezsin!” sözünü, şimdi burada, Yaratıcı’nın dilimize değdirmeyi tercih ettiği, kulağımıza fısıldadığı bir uyarı olarak söylemeye ve duymaya çalışalım. “Beni göremezsin!” derken Musa’ya, Musa’ya beni göremezsin dediğini bize duyurmayı tercih ediyor Allah. “Beni göremezsin!” derken, “ben”in görülemeyeceği gerçeğini göstermek istiyor. Garip biçimde, göremezsin derken görmemizi istiyor. Göremeyişimizi görebileceğimizi gösteriyor. Görmelerimizin cümlesini, şimdilik mümkün olmayan bir başka görmenin eşiğine yığıyor, sınırına getiriyor. Yeni bir göze, aşkın bir bakışa olan ihtiyacımızı ve bu ihtiyacımızın karşılanacağı umudunu haber veriyor. Görebileceğiz; ne güzel.

Gelin şimdi bir deneyim yaşayalım. “Beni göremezsin!” sözünü, şimdi burada, Yaratıcı’nın dilimize değdirmeyi tercih ettiği, kulağımıza fısıldamayı öncelediği bir uyarı olarak söylemeye ve duymaya çalışalım. “Beni göremezsin!” derken Musa’ya, Musa’ya ‘beni göremezsin’ dediğini bize duyurmayı tercih ediyor Allah. “Beni göremezsin!” derken, “ben”in görülemeyeceği gerçeğini göstermek istiyor. Garip biçimde, göremezsin derken görmemizi istiyor. Göremeyişimizi gösteriyor bize. Görmelerimizin cümlesini, şimdilik mümkün olmayan bir başka görmenin eşiğine dayıyor, bambaşka bir bakışın sınırına yığıyor. Yeni bir göze, aşkın bir bakışa olan ihtiyacımızı ve bu ihtiyacımızın karşılanacağı umudunu vurguluyor. Görebileceğiz; ne güzel. Şimdilik göremeyeceğimiz; o kadar! Bizi sınıra taşıyor ki, sınırın ötesine dair farkındalığımız olsun.

Bir başkasının “sen” diye gördüğünü sandığı yüzümüz ne kadar açıkta olursa olsun görünemez. Görünmeyenin görünmesinden değil, görünenin görünmeyişinden söz ediyorum burada. Görünen insan yüzü ise, insanın özüne doğru uzun bir yolculuk başlatıyor o kadar. Sadece başlatıyor. İnsanın yüzünden özüne doğru, soğan kabukları gibi açıldıkça açılan katmanlar saklı. “İşte buldum!” dediğimiz her defasında, bir başka öz’ü saklayan bir kabuk bulduğumuz için acı çekerek, göz yaşı dökerek gerçekleşen bir işlem bu. Soğanın kabuğunu soyarken olduğu gibi.

Bu sözün dilimizde olmasını dilemesi ise, bir başka varoluşsal gerçeği açık ediyor. “Ben” deme yetkisi taşıyan her insana, bu cümleyi kurma hakkı tanıyor. “Ben” diyen her insanı “beni göremezsin!” demeye de alıştırıyor. Doğru; “Ben”i göremeyiz. “Ben”i gösteremeyiz. Bir başkasının “sen” diye gördüğünü sandığı yüzümüz ne kadar açıkta olursa olsun görünemez. Görünmeyenin görünmesinden değil, görünenin görünmeyişinden söz ediyorum burada. Görünen insan yüzü, insanın özüne doğru uzun bir yolculuk başlatıyor. Yolculuğu sadece başlatıyor. İnsanın yüzünden özüne doğru, soğan kabukları gibi açıldıkça açılan katmanlar saklı. “İşte buldum!” dediğimiz her defasında, bir başka öz’ü saklayan bir kabuk bulduğumuz için acı çekerek, göz yaşı dökerek, hayal kırıklığı yaşayarak, aslını aramaya başlıyoruz. Soğanın kabuğunu soyarken olduğu gibi gözyaşı döküyoruz.

Sadece “öteki”nin bakışından gizleniyor değil “ben”imiz. Kendimize de muamma. Kendi kendimize bakışımızdan da kaçıyor. Açıldıkça kapanıyor. Kapandıkça açılıyor. Sadece bir deri derinliğindeki yüzümüzden tebessüm ederek, muhtemelen keyifle, fısıldıyor: “Beni göremezsin!”

Bir deney daha yapalım şimdi. “Ben” diye gösterdiğimiz, kimlik diye gösterdiğimiz yüzümüz, aslında “benim” dediklerimizden biri. “Benim kolum, benim elim, benim gözlerim, benim saçlarım, benim omzum, benim ayaklarım, benim ağzım, benim burnum, benim kulaklarım…” diye uzayan listenin içinde bir parça sadece yüz. “Benim” diyebildiklerimizi terazinin bir kefesine sıra sıra koysak, geriye hiçbir şey kalmayacağı aşikar. “Bu benim, şu da benim!” diye konuşan “ben” nerede o halde? Yoksa, bugüne kadar “benim” dediklerimizin toplamımı sandık “ben” dediğimizi. Adımız mı anlatıyor “ben”i? “Ben Senai!” derken kapı ardında, telefonun öbür ucunda, ne kadar doğru konuşuyoruz? Halbuki adımız da sonradan geldi. Sahi nerede bu “ben”? Mesela, “ben” diye “kimlik” diye belgelediğimiz bir kaza sonucu yüzümüzü kaybetsek, deforme olmuş yüzün ardındaki “ben” olmaktan çıkıyor mu? Yüzünü yakan biri kimliğini de mi yakıyor? Yüz nakli bekleyen kim? Yüz nakliyle bir başkasının yüzünü taşırken de “Ben şimdi mutluyum!” diyen “ben” kim? “Ben” diye gösterdiğimiz her şey “ben”i gösteriyor değil, “ben”i gizliyor gibi.

Sadece “öteki”nin bakışından gizleniyor değil “ben”imiz. Kendimize de muamma. Kendi kendimize bakışımızdan da kaçıyor. Açıldıkça kapanıyor. Kapandıkça açılıyor. Sadece bir deri derinliğindeki yüzümüzden tebessüm ederek, muhtemelen keyifle, fısıldıyor: “Beni göremezsin!”  

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

2 Yorum

  1. Hatice Kahraman 9 Aralık 2020 at 23.35 - Yanıtla

    Merhaba Hocam sizden iniş sırasına göre önerebileciginiz Kuran Kerim meali ile beraber varsa bana geri dönüş yaparsanız memnun olurum şimdiden teşekkür ederim

    • Senai Demirci 10 Aralık 2020 at 10.58 - Yanıtla

      Merhaba, bu konuda basılmış iki meal biliyorum
      Muhammed Esed meali ve Mustafa İslamoğlu meali…
      İkisini de, özellikle dipnotlarını okumak şartıyla, tavsiye ederim
      Selam ve dualarımla

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar