Bir Japon Zen terimi olan “shoshin” ‘başlangıç zihni’ demeye gelir. Başlangıç halindeki zihin, her türlü ihtimale açıktır. Önyargısızdır. Öğrenilmiş klişesi yoktur. Alıştığı ve alıştığı için sığınacağı şablonları yoktur. Yaslanacağı katı kalıplar yoktur. Su gibi akışkandır. Toprak gibi kabul edici. Gece gibi göğe açık. Su da toprak da gece de kendisi olmaktan vazgeçmeden ötekine açılır, kendisi kalarak ötekine katılır ve katkıda bulunur. Kendini kaybetme korkuları yoktur. Kendini kaybetmekten korkmayan, kaybettiklerini bulur.
“Başlangıç zihni”nin en ünlü yankısını Hira’da duyarız. “İkra!”/“Anlam ara!” diye başlayan hakikat dersine, Muhammed-i Emin, “Ben bilmem!” diye karşılık verir. “Ben bilmem” demek, yeni şeyler öğrenmenin kapısını aralar. Anlam aramaya başlamaktır bu aslında
Shoshin’in yani “başlangıç zihni”nin en ünlü yankısını Hira’da duyarız. “İkra!”/“Anlam ara!” diye başlayan hakikat dersine, Muhammed-i Emin, “Ben bilmem!” diye karşılık verir. “Ben bilmem” demek, yeni şeyler öğrenmenin kapısını aralar. Anlam aramaya başlamaktır bu aslında. “Ben bilirim!” diyen zihin başlangıç halinde değildir; sona gelmiştir. Belki de kendi sonuna. “Başlangıç zihni”nin aksine, “sonuç zihni’nin kopmaz bağları vardır; eski bağları koparamayan ise yeni bağlar kuramaz. Yeni bağlar kuramayan yeni anlamlar keşfedemez.
Shoshin, “ümmilik” dediğimiz hale denk geliyor olmalı. Ne var ki ümmi olmayı ‘okur yazar olmama’ya indirgemekte ısrarcıdır çok bilmişler. İnsan öğrene öğrene, öğrendiğine güvenmeyi de öğrenir, öğrendiğine güvenen de yeni öğrenmeleri lüzumsuz görür, yeni öğretmenleri ve öğretileri güvenilmez bulur. “Profesyonel dogmatizm” dediğimiz organize cehalet böyle başlar. Ümmilik, “profesyonel dogmatizm”den uzak olmaktır. Asıl unvanı, “Bilgeliğin Babası” olan “EbuCehil” ümmi olamadı ve “Cehaletin Babası” olmaya savruldu. EbuCehil cahildi; Muhammed-i Emin ümmi idi. Ümmi, saf akılla, açık zihinle bakar âleme. Hayret ve minnet duyguları açıktır. Bir diğer deyişle, amatördür, acemidir. Kâinat, amatörlere hitap eder. Varlık, acemilerin gözünde hayret ve minnet kaynağıdır.
Asr Suresi’nde “iman edenler ve [imanlarının gereğince] sahih eylemler ortaya koyanlar” sonuç olarak “hakkı birbirlerine tavsiye etmekte ve sabrı birbirlerine tavsiye etmekte”dirler de. Burada “tavsiye etme” yerine “tavsiyeleşme” ifadesinin tercih edilmesine ve eylemin çift yönlülüğüne dikkat çekmek isterim; fiil tek yönlü değil, gidiş-gelişlidir. Başkasına hakkı ve sabrı tavsiye edenin bir başkasının hakkı ve sabrı kendisine tavsiye etmesine de açık olması istenir.
“Tavsiye etme” yerine “tavsiyeleşme” ifadesinin tercih edilmesine ve eylemin çift yönlülüğüne dikkat çekmek isterim; fiil tek yönlü değil, gidiş-gelişlidir. Başkasına hakkı ve sabrı tavsiye edenin bir başkasının hakkı ve sabrı kendisine tavsiye etmesine de açık olması istenir.
Şu halde, iman ve salih amel, bir ömür ve (belli ki ömürden de ötede) “başlangıç zihni”ni korumayı gerektiriyor. Kimse tavsiye etmekle yetkili değildir; herkes tavsiye edilmeye muhtaçtır. Tavsiye muhtaç olan hakikati kavramada, varlığı anlamada eksikliği olabileceğini kabul eder. Tamamlanmamışlığını itiraf eder. Hakkın ve sabrın kendisine tavsi edilmesine müstağni olmadığını teyid eder. Gayet tabii ki, herkesin ayağı kayabilir, herkes yanılabilir, herkes düşebilir, herkes günaha savrulabilir.
Tavsiye almaya açık olan zihin “ümmilik” halindedir; “başlangıç” konumundadır. Öbür türlüsünü varsaymak, yani, bazı kişileri tavsiye eden makamına sabitlemek, birilerini de sadece tavsiye alan konumuna çivilemek, hiyerarşik bir dizgeyi başlatır; ast-üst ilişkileri tanımlar. “Kutsal” ve “dokunulmaz” ruhban sınıfı böyle böyle varlığa yüz bulur. Derken, hakikat tekelleşir. Tekelleşen hakikat ise seçkinlerin elinde ve yanında “iktidar” aracı olarak kullanılmaya müsaitleşir.
Asr Suresi’nin tanık tutmak üzere, en başa koyduğu, “vaktin akışı” “zamanın tükenişi” “varlığın eriyişi” kimsenin hüsrandan yakasının kurtaramayacağını, kimsenin yanılmaya karşı aşılı olamayacağını, kimsenin kaybetmeye bağışıklanamayacağını göstermek için olmalı. Hakikat, farklı renklerde, değişik tonlarda, türlü zeminlerde kendini gösterebilir. Hakikat, karşısındaki duruşumuza göre farklı görünebilir. Aynı göğün altında farklı mekânların olması, göğü bölmez, yarmaz, kırmaz.
Asr Suresi’nin tanık tutmak üzere, en başa koyduğu, “vaktin akışı” “zamanın tükenişi” “varlığın eriyişi” kimsenin hüsrandan yakasının kurtaramayacağını, kimsenin yanılmaya karşı aşılı olamayacağını, kimsenin kaybetmeye bağışıklanamayacağını göstermek için olmalı. Hakikat, farklı renklerde, değişik tonlarda, türlü zeminlerde kendini gösterebilir. Hakikat, karşısındaki duruşumuza göre farklı görünebilir. Aynı göğün altında farklı mekânların olması, göğü bölmez, yarmaz, kırmaz.
Yaratıcı’nın yaratma ilkesi çeşitliliktir; parmak uçlarımızdan kar tanelerine kadar biricikliği tercih etmesinden, her gün yeni bir gün/eş göndermesinden baharı yeni baştan var etmesine kadar keyifli seyirler sunar bu ilke. Yüzlerimizin ana hatlarında ‘aynı’ olmasına rağmen, biricikliği en vazgeçilmez ihtiyacımızdır; kimliğimizdir, onurumuzdur, itibarımızdır. Belli ki Yaratıcı muhtelif olmayı, farklı görünmeyi, özgün düşünmeyi teşvik eder. Günler birbirinin tekrarı değildir, aynı ağacın aynı dalındaki yapraklar bile ayrıdır. Yaratıcı hiçbir şeye üniforma giydirmez; çerçeve tayin etmez, köşe çizmez. Hal böyleyken, içimizden bazılarının, üstelik kendilerini Yaratıcı’nın temsilcisi ilan ederek, biyolojik çeşitlilik için bunca emek veren Yaratıcı’nın tercihine saygısızlık ederek, muhafazakâr bir alışkanlıkla tek-tip ve tek-düşünce peşinde olması anlaşılır şey mi sizce?
“Başlangıç zihnimiz”e soruyorum?
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
İslam literatüründeki “ümmî” kavramına kıvamında bir mânâ atfeden Senai hocam, iyi ki varsınız ve siz cansınız.. 😇