Yahudileşmek ve Yahudilik aynı şey değildir. Yahudileşme tavırdır; seçimdir; Yahudilik etnik kimliktir; Yahudi olarak doğmak takdirdir. Kimse Yahudi doğduğu için aşağılanamaz ve yüceltilemez. Kimse sırf Yahudi doğmadığı için kendisini Yahudileşmeye bağışık sayamaz. Yahudileşme tavrını sadece Yahudilerin sorunu saymak, bir tür Yahudileşmedir.
Kategorik olarak bakılınca, yani sadece isim olarak geçtiği ayetler sayılınca, İsrailoğulları Kur’ân gündeminin yaklaşık %12’sini oluşturur. Kur’ân’ın sadece Yahudi ırkına değil, tüm insanlığa hitap ettiği hatırlanınca, İsrailoğulları bağlamında anlatılan “Yahudileşme”nin insanlığın sorunu olduğunu anlamakta zorlanmayız.
Allah bir kavmi lanetlenemez; ki bu adalet ve hakkaniyet ilkesine aykırıdır. Allah tavrı lanetler. Bir kavmin içine doğmak kişinin seçimi değildir; bir tavır içinde olmak ise tercihtir, irade işidir. Kur’ân “Yahudileşme” tavrını olumsuzlar; Yahudi olmayı değil.
Yahudileşme sadece Yahudilerin sorunu değildir; herkesin ve özellikle kendini Müslüman sayanların sorunudur.
Hiçbir şey kendi başına uğurlu ya da uğursuz sayılmaz. Aynı şekilde hiçbir etnik mensubiyet başından lanetli ya da yüce sayılmaz. Yahudi ırkını ‘lanetli ırk’ görmek, Yahudinin kendi ırkını ‘üstün ırk’ görmesi ile aynı yerde durur. İkisi görüş de, farklı yönlere yönelmiş aynı eylemdir; Yahudileşme tavrıdır.
Kur’ân’da “İsrailoğulları”/ “beni İsrail” diye bahsedilen kavim, Hazreti Musa’ya (as) tâbi olan dönem Müslümanlarıdır. O dönem Müslümanlarının sorunu olan Yahudileşme şu halde bu dönem Müslümanlarının da sorunu olmaya adaydır. Müslümanlar, kendilerinin de sorunu olabilecek bir tavrı fark etmek ve sorumluluğunu almak yerine, soruna bağışık olduklarını varsayarak, Yahudileşmeyi Yahudi olmaya indirgeyerek, Kur’ân’ın uyarısını ötelerse, asıl Yahudileşmeyi o vakit yapmış olurlar.
Günümüzün pop kültüründe, sorun her taşın altında Yahudi aramak gibi komploya dönüşmüşse, bu Yahudilerin “öteki kötü” “sürekli kötü” “her yerde kötü” ilan etmek şeklindeki “goim” tavrını benimsemeye denktir. Sorumluluk, her taşın altında Yahudi aramayı değil, her başın içinde bir Yahudileşme aramayı gerektirir. Kendi günahlarını bir keçiye yükleyip onu çöle ölüme göndermek, Yahudileşme geleneğidir. Yahudileri kendi hataları için “günah keçisi” yapan Müslümanlar da kınadıkları Yahudilerle aynı tarafta bulur kendilerini.
“Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin!” mealindeki ayet(ler), sanıldığının aksine, Yahudilerin ve Hıristiyanların varlığına atfen değil, tavırlarına atfen anlaşılır. Medine’de Yahudi ya da Hıristiyan komşusuyla barış içinde yaşayan Hazreti Peygamber komşularının varlığıyla güzel bir komşuluk yapar ancak tavırlarına mesafeli durur. Biz de mikro-hayatımızda “yanlış tercihler” yapan arkadaşlarımızın yanlışına dost olmayız ama kendilerine dost kalırız. Kendileriyle dost olmamız, tavırlarına dost olmayı gerektirmediği gibi, tavırlarına dost olmayışımız kendilerine dost olmamayı gerektirmez.
Yahudileşme ‘kitab’la ilişkisini kitabın cismi üzerinden, yani kâğıdı, sesi, telaffuzu ve yazısı üzerinden, kurmak demeye gelir; oysa adı üzerinde anlam sunan Kitab ile ilişki ‘anlama’ üzerinden kurulur. Cuma Suresi’ndeki uyarı (Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir.) Yahudileri değil Müslümanları ilgilendirir.
Yahudileşme ‘kitab’la ilişkisini kitabın cismi üzerinden, yani kâğıdı, sesi, telaffuzu ve yazısı üzerinden, kurmak demeye gelir; oysa adı üzerinde anlam sunan Kitab ile ilişki ‘anlama’ üzerinden kurulur. Cuma Suresi’ndeki uyarı (Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir.) Yahudileri değil Müslümanları ilgilendirir.
VE [O GÜN] Resûl: “Ey Rabbim!” diyecek, “Kavmimden [bazıları] bu Kur’an’ı gözden çıkarılacak bir şey [mehcur] olarak gördü!” mealindeki ayeti “bir sayıklama, bir hezeyan gibi gördü” diye okumak da mümkündür. Ayettin orijnalindeki “mehcûr” kelimesi bir şeyden mahrum olmayı değil, yanı başında olduğu halde ona sırt dönmeyi ifade eder. Cuma Suresi 5. ayetin mesajı da bu yöndedir: “Tevrat’ı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındakinin değerinden haberi olmayan) eşeğin durumu gibidir”
Cuma Suresi ve Furkan Suresi’ndeki ayetler, özne olan Kur’an’ın nesneleştirilmesine dikkat çeker. Bu nesneleştirme işlemi sayesinde Kur’ân, özne-özne ilişkisinin içinde olması beklenen heyecanlı bir yüzleşme ortamı olmaktan çıkar; bir inceleme malzemesi haline gelir. Bu da sonuç olarak, insan ve Kur’ân ikizliğinin diyalektik ilişkisini dondurur. Kur’ân metnini “ölü metin” yapar.
Ne yazık ki, Yahudilerin Tevrat’la kurduğu ilişki Müslümanların Kur’an’la kurduğu ilişkinin modeli oldu. Kur’an’ın materyalini yücelttiler, anlamını ötelediler; kâğıdını el üstünde tuttular, mesajını göz ardı ettiler. Yahudiler Tevrat’ı “altın kutu” (tâbut) içine koyarak, baş üstünde taşıyarak yüceltirken, Müslümanlar da (daha önceki Müslüman İsrailoğullarının yaptığını yaparak) Kur’ân’ın sadece lafzını, sesini, telaffuzunu, ezberlenmesini, kâğıdını yücelttiler. Böylece Kur’ân hayat teklif eden, anlamayı hak eden diri kaynak olmaktan çıktı ve nesneleşti.
Kur’ân’ın nesneleştirilmesi dört aşamalı bir süreçte gerçekleşti: (1) Anlamla yüzleşme yaşamayınca, anlam üretilmek yerine tüketildi. Hazmedilmeyen şey harcanır çünkü. Çoğalacağına inanılmayan tohum sadece tartının konusu olur. (2) Tüketilen anlamdan doğan açık lafız ve lafzın türevleri yüceltilerek kapatıldı. Anlam tohumu toprağa konulmak yerine verniklenip vitrinde tutuldu. 3) Yüceltilen lafız anlamanın konusu olmaktan çıkıp az anlayan ve çok inananlar için soldu-solacak, öldü-ölecek, korunması gerekli, muhtaç ve zavallı bir nesneye dönüştü. “Parlak tohumlarımızı kimseler almasın!” 4) Nesneleşen lafza ve türevlerine ise “mukaddes ölü metin” muamelesi yapıldı.
Yahudileşme, “iman bağıyla” inşa edilen soyu, “kan bağı”na indirgeme eğilimidir. Yahudiler, herkese ait olan hakikati, kendi kavimlerine özgü hale getirerek, hakikat üzerinde tekel oluşturdular. Hz. Musa’nın[as] tebliğ ettiğini tüm insanlık hak ediyorken, hakikati sadece Yahudi ırkının tekeline alarak, hakikat üzerinden kendilerine bir ayrıcalık sağladılar. Hakikate teslim olunur, hakikat teslim alınmaz. Müslümanlar da bu tavrı mikro-hayatlarında bireysel olarak uygularlar. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” derken, “Şeyhi bizim şeyh olmayanın şeyhi şeytandır” demek isterler. Hakikati kendi taraftarı sayar; hakikate taraf olmayı ihmal ederler.
Yahudileşme, “iman bağıyla” inşa edilen soyu, “kan bağı”na indirgeme eğilimidir. Yahudiler, herkese ait olan hakikati, kendi kavimlerine özgü hale getirerek, hakikat üzerinde tekel oluşturdular. Hz. Musa’nın[as] tebliğ ettiğini tüm insanlık hak ediyorken, hakikati sadece Yahudi ırkının tekeline alarak, hakikat üzerinden kendilerine bir ayrıcalık sağladılar. Hakikate teslim olunur, hakikat teslim alınmaz. Müslümanlar da bu tavrı mikro-hayatlarında bireysel olarak uygularlar. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” derken, “Şeyhi bizim şeyh olmayanın şeyhi şeytandır” demek isterler. Hakikati kendi taraftarı sayar; hakikate taraf olmayı ihmal ederler.
Hakikati bir gruba, bir kişiye, bir makama kilitlemek, hakikatin herkes için erişilebilir olamayacağını ima etmektir. Hakikati, bir zümrenin yetkisi olarak görmek, hakikate erişimde, ast-üst ilişkisini doğurur, hiyerarşi sistemini kurar. “Kutsal kişilikler” “ruhban sınıfı” “şefaat etmeye yetkili insanlar grubu” böylece doğar. Kitab’ı herkesin anlayamayacağı iddiasıyla desteklenen ve icra edilen bu tavır, Kitab’ın kutsallığı üzerinden, sorgulanamaz ve dokunulmaz “din adamları” sınıfı doğurur.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Allah razı olsun. Çık istifade ediyorum. Bana yabancı gelen günlük hayatta kullanmadığım kelimelerin ne manaya geldiğini anlamak için epey zaman gerekiyor ama değiyor ( yanlış anlama olmasın eleştirmek için yazmadım). Ama bazı jargonları yine de anlayamıyorum. Mesela “özne olan Kur’an’ın nesne olması” ne demek tam anlamadım. Bu tür ifadeler için bir öneriniz var mı? Çok teşekkür ederim. Allah kaleminize bereket bize de size ilham edilenlerden istifade nasib etsin.
öznenin kendisiyle konuşulur
nesnenin kendisi hakkında konuşulur.
kur’an söz konusu olduğunda, hangisini tercih edersiniz?
O günün müslümanları, hak olan hakikat yerine kendi hakikatlerini tasarlama tavrını takındılar. Tıpkı bugünün müslümanları gibi… Kur-an’a değil kendi yazmış olduğu kitaba atıfta bulunan şeyhler de benzer bir tavır takınmış olmaz mı? Allah’ın lanetlediği tavır bu değil midir? Yahudileşme… Peki bu tavır neden zuhur eder? Yani, insan Allah’ın sunduğu hakikat yerine ben daha iyisini yaparım deme cürretini nerden bulur? Bu gücü içindeki tanrıdan mı alır? Tanrılaşan insanlar…
Harika bir yorum azizim…