Ölüm, hayatın kaçınılmaz sonudur. Ve aslında hayatın inkâr edilmez gerçeğidir. İnsan, öleceğini bilerek yaşayan tek canlıdır. Ömrü çok kısa diye acıdığımız kelebekler bu kısa ömrün hiçbir saniyesinde ölüm korkusu yaşamaz. Kuşlar meselâ. Çok kırılgan canlılardır; ölümle yüz yüzedirler her an; ne var ki kuşların kanatlarına ne ölümün korkusu dokunur ne de tüylerine yitirdiklerinin hüznü bulaşır. İnsan öyle mi ama?

Öle öle yaşar insan. Yaşaya yaşaya ölür. İbn Arabi, bize ölümün zahiri görüntüsü altında yatan tatlı gerçeği gösterir. Ölümü onun dediğince renklendirdiğimizde anlarız ki ölmek bir yaşama biçimidir. Ölüm bir farkındalık halidir. Bir lezzet kaynağıdır. Bir anlam pınarıdır.

Arabi’ce ölümün beş rengine bakalım şimdi. Korkmadan. Yaşamımızı derinleştirmek adına. Hayatı daha neşeli kılmak amacıyla.

Birinci ölüm, her an olur; tüm varoluş bir andan bir sonraki ana geçerken ölür ve bir sonraki anda dirilir. Hiçbir an bir sonraki an’a miras bırakmaz, bir sonraki an da bir önceki an’ın molozlarından inşa edilmez. Her an yenidir; ilk defa olur ve son defa olur. İhlas Suresi’de işaret edilen ‘ehad’ kavramında belirtildiği üzere, her an biriciktir. An, öncekilerin tekrarı değil, sonrakiler tarafından tekrar edilmeyecektir. Çünkü Yaratıcı’nın bir şeyi var ederken, daha önce yarattıklarına ihtiyacı yoktur. ‘Ehad’ olan, aynı zamanda ‘Samed’dir de. İhtiyaçsızdır.

Bu şaşırtıcı gerçeği kavramak üzereyken, insan haliyle şunu soruyor: “Allah elinde tutamıyor mu var ettiklerini? O’nun elinde tutmak gibi bir sorunu ve de niyeti yok. Çok iyi biliyoruz ki Allah, istiflemekten yana değildir, biriktirmeyi çirkin görür. Aslolan her defasında taze bir enerjiyle ve yeni başlamaktır. İşte bu yaratıcılıktır; ve Yaratıcı’nın adı üzerinde sevdiği eylemdir.

İkinci ölüm, farkında olmadan yaşadığımız ölümdür; hatta bizi yaşatan ölümdür. Bedenimizin aralıklarla yenilenmesi bu ölümler sayesinde gerçekleşir. Hücrelerimiz saniyeler içinde sessizce ölür ve yenilenir! (Bu son cümleyi okurken mesela, en az 120 milyon hücremiz öldü ve yenileri dirildi!) Bedensel olarak sürekli yenilenirken, bedenimiz günden güne değişir, yıldan yıla başka bir forma girer ancak “ben” dediğimiz kimliğimiz sabit kalır. Kırk yaşındaki fotoğrafıma baktığımda meselâ, 60 yaşındaki bana benzemediğini gayet net görüyorum. Ne var ki kendimi bildiğimden beri, sürekli ve sabit bir benliğim var; değişmeden kalıyor. Bedenin yenilenmesi, onun her an parça parça ölmesi anlamına geliyor. Bu atomik ölümler sayesinde, bu hücresel doğumlar sayesinde tenimiz sıcak kalıyor, nefesimiz tazeleniyor, bedenimiz diri kalıyor.

Üçüncü ölüm, en ünlü ölümdür; kaçınılmaz ölümdür. Ömrün sonunda gelir. Bu ölüm, herkesin korkarak beklediği ölümdür. Çoğu insan, bu korkuyu bertaraf etmek için ölümü unutmayı tercih eder. Nasılsa çok sonra gelecektir avuntusuyla yaşar. Nitekim yaşadığımız hayat, her birimize derin ve etkili bir illüzyon sunar: “Hep başkaları ölür.” Evet, sen yaşarken, hep başkaları ölür. Oysa sen de bir başkasının başkası değil misin? Sen öldüğünde de bir başkası ölecektir. Sen ölene kadardır ölenin başkaları olması; yanılgıdan ibarettir. Sonunda, insan bedeni ile insana üflenmekte olan nefes ayrışacaktır. Cevher olan ruh saklanacaktır; posa olan ceset ise ait olduğu yere, toprağa konulacaktır. Çürüyecektir. Bu kaçınılmaz ölümü anlamlandıran bir açıklamamız yoksa, bu ölümün anlamsızlığı her an’a bulaşır, her an’ı anlamsızlaştırır.

Dördüncü ölüm, nihâi ölümü hatırlatan vedalardır. Kaçınılmaz ölümün minyatür versiyonları olan tükenişler, terk edişler ve ayrılıklardır. Peygamberimiz bu minyatür ölümleri fark etmeye çağırır bizi: “Lezzetlerin tahrip edilişini ciddiye alın!” der. Hiç şüphesiz bunu Kur’ân’ın şu ayetine dayanarak söyler: “Her nefis ölüm tadıcısıdır.”  (Bu ayet, hemen her zaman, gelecek zaman kipinde tercüme edilir. “Her nefis ölümü tadacaktır” diye. Oysa kastedilen her an’ın içindeki tükeniştir.) Ayetteki “zevk etmek” kavramı ise ironik değil; gerçektir. İnsan, bir önceki lezzetin ölümüyle bir sonrakini tadacak hale gelir. Aşırı doymuş bir insanın önüne en lezzetli yemekleri de koysak, lezzet alamaz. Lezzet almak için aç olması gerekir. Açlık ise bir önceki tokluğun ölümüyle gerçekleşir. Her terk ediş bir ölümdür; her yitirme bir ölümdür. Lezzetlerin azalışı bir ölümdür. İşte bu küçük ölümlerin bir anlamı vardır; o da bir sonraki doğumun tazeliğine hazırlanmaktır. Bir önceki günün ölümü sayesinde taze bir sabaha uyanırız. Bu ölümler, marjinal fayda kuramını doğrular şekilde, her birimizi, derin bir açlığın sofrasına kabul eder; harika bir iştahın eşiğine çağırır.

Beşinci ölüm, gönüllü ölümdür, bilerek isteyerek ölmektir. (İntiharı kast etmiyorum elbette!) Nebevi bilgelikte“ölmeden önce öl!” diye tembihlenen tam bir farkındalık halidir. Şeylerin geçiciliğini fark etmektir. Sonunda, en sonunda, her makamın, her statünün eşitleneceğini kabul etmektir.

Yıllar önce, Efes harabelerinde dolaşırken dehşetle fark etmiştim bu gerçeği: Rehberimiz “Şurası kölelerin hayvanlarla kaldığı ahır, burası da soyluların şarap içip eğlendikleri salon” demişti. Yüzlerce yıl sonra, ‘ahır’ dediğimiz de ‘salon’ dediğimiz de eşitlenmişti. Hepsi taştan ibaretti. Bu gerçeği görmek için yüz yıllar sonrasını beklemeye gerek yok aslında. Yaşadığımız her an’ın gerçeği bu…

Çok meşhur söz de bu gerçeği imler: “Bu da geçer yâ hû!” Bir süreliğine fark etse de sonunda ve daha uzunca bir süre, saray zindana eşitlenir. Kral köle ile aynı hale gelir. Çünkü hepimiz, durdurulmaz bir akışın içindeyiz. O nihai gerçeğe doğru akıyoruz.

Hatırlayalım: Matematikçiler bize neden türevi öğretir? Türev, bir sonuca giden sürecin özelliğine dikkat çeker. Sürecin her noktasında, o sürecin doğurduğu sonucun tarzı, edası, kokusu vardır. Meselâ, büyükçe bir kova taşacaksa, onu ilk damla taşırır. Taşmaya doğru giden kova, sonunda taşacaktır; beklemeye gerek yok…

İşte bu nihai gerçeği kabul eden insan, varlığa sakin bir bakışla bakar. Nasılsa her şey eşitlenecektir. Kaybedeceği de yoktur, kazandığı da yoktur. Yunus’un dediğince, ne varlığa övünür ne yokluğa yerinir.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar