“Yâ esefâ…” çığlıklarının göllendiği yerde bekler Yusuf. Nerede kim neyi yitirdiğinin peşinden ağlıyorsa, ah ediyorsa, “eyvah” diyorsa, Yusuf’un adını anar, “esef”in acı tadını tartar. Çünkü “ya esefâ âlâ Yûsufâ…” der Yakub. Daha doğrusu, Yakub’un bu çığlığını bize duyurmayı yeğler Kur’ân’da konuşan Rabbimiz.

Her “esef” bir “Yusuf” üzerinedir. Eseflenmenin adıdır Yusuf. Yitirdiğinin ardı sora koşmanın adıdır Yakub. Yitirmelerin, yitirenlerin ve yitirilenlerin dünyasında, Yusuf Kıssasından daha gerçeği yoktur. Bir Yakub, bir Yusuf, bir Züleyha, bir Mısır kralı, bir Yusuf’un hain kardeşleri oluveririz. Kıssanın her rolü her birimize yakışır. Bizi bekler her Yusuf kıssası sahnesi.

İşte o sahnelerden birisi. Bir günahı anarak, ağır bir mahcubiyetin altında ezilerek söylenen o itiraf cümlesi: “Ben kendimi temize çıkarmam…”Yusuf’un 53. ayetinde akan evrensel anlam kalbimizin kıyılarına vurur: “Ben nefsimi temize çıkarmam, nefis mutlaka kötülük etmek ister ama Rabbim merhamet ederse başka; benim Rabbim Gafûrdur Rahîmdir.”

Müfessirler bu itiraf sözünün kime ait olduğu konusunda ihtilaf eder. Yusuf mu dedi? Züleyha mı? Yoksa, o sırada o sahnede bulunan saray ahalisi mi? İfadeyi “ortada” bırakır Söz’ün Sahibi… Kimin söylediğini belli etmez. O’nun belli etmemesinde ihmal ve özensizlik değil, belli ki bir hikmet vardır.

Burada zımnen verilen mesaj şu olmalı: “Bu cümleyi herkes söyleyebilir.” Yusufça masum olmak da Züleyha gibi suçlu olmak da saray ahalisi gibi olan bitene sadece şahit olmak da “kötülüğe meyilli” olmaktan çıkarmıyor bizi. Bu sözü söyleme ihtimali olan karakterlerin üçü de, günah karşısındaki konumumuzu temsil eder.

Sahnede, (1)Yusuf günahla sınanıp kaybetmemiş olandır. “Kendimi temize çıkarmam” demek yakışır Yusuf’a. Yusuf’un kazanmış olması nefsinin “temiz” olması sayesinde değildir. Sınavı kazananın nefsi de hâlâ kötülüğü ister; üstelik ‘kazandım’ diye kibirlenebilir ve daha keskin bir kayıp yaşayabilir. Bu yüzden Yusuf da olsa demeli ki insan: “Bana kalsaydı, ben sınavı kaybederdim ama Rabbim merhamet etti de beni kaybetmekten kurtardı. Rabbim ‘ben kazandım’ diyecek olursam yine de bağışlayıcı ve merhametlidir.”

Sahnenin (2) Züleyha’sı günahla sınanıp kaybetmiş olandır. Elbette ki nefsini temize çıkaramaz, nefsinin kötülük istediğini apaçık görmüştür. “Nefis kötülüğü ister her daim!” Ancak bu onu ümitsizliğe de düşürmemeli. “Rabbim merhamet ederse…” kulpu sınanıp kaybedenin de elinin erişebileceği yerde. Züleyha da olsa Rabbine dönüp demeli ki: “Rabbim merhamet ederse başka. Ümidim var; bağışlar beni Rabbim. Rahimdir bana, hatalarımdan ötürü gözden düşürmez beni, yeni baştan sever. İşte ben hata ettim, işte nefsimin kötülüğü ortada. Benden bekleneni yaptım. Günah işledim. Günahsızlık diye bir iddiam kalmadı. Ben kendimi aklayamam, günahların kirinden temizleyemem.”

Sahnede (3) saray ahalisi ise günaha şahit olandır. Kaybedeni de kazananı da görmüştür. Günahı kendisinin işliyor olmayışı, saray ehlinin kendilerini aklamasını gerektirmez, aklamasına yetmez de. Çünkü sadece sınanmadığı için kaybetmemişlerdir. Sınansalardı, kaybedip kaybetmeyeceklerini bilemezler. Şu halde, günaha sadece tanıksa bir insan şöyle demeli: “Başkalarına kaybettiren o nefis bende de var. Nefsimi temize çıkarmam. Ben de sınansaydım, ben de nefsimi kötülük ister bulacaktım. Ama ‘Rabbim merhamet etti’ de uzak kaldım bu sınamadan. O halde, bana, kaybedenleri kınamak yakışmaz; çünkü ben de kaybedebilirim, hatta daha fazlasıyla kaybedebilirdim. İyisi mi kaybedenlerin ayıplayıcısı olmayayım. Benim Rabbim kardeşlerime de bana da bağışlayıcı ve merhametlidir.”

Sözün özü: Gafûr ve Rahîm isimlerine, sınanıp kazanan, sınanıp kaybeden ve henüz sınanmayan yüzlerimizle dönüp baktığımızda ayrı ayrı anlamlar buluyoruz, farklı çağrılar duyuyoruz. Kazananı kibirlenmemeye çağırıyor, kaybedeni ümitsiz olmamaya çağırıyor, sınanmayanı ise kaybedenleri kınamamaya çağırıyor.

Hep sorulur ya, kaç tane esmâ vardır diye? Cevabı burada işte… Gafûr ve Rahim isimlerinin anlamları, ihtiyaç sahibine göre değişir. Arayanlara göre bir anlamın gövdesi dal budak salar, renk renk çiçeklenir, sıcacık taze meyveler verir. Öyleyse Gafûr ve Rahîm birer isim değil, ihtiyaç sahiplerinin açlığı ve susuzluğu sayısınca ayrı ayrı isimlerdir. Esma sonsuz…

 

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar