Şair sözüyle başlayalım:
Yaprağın kımıltısı, kelebeğin kanat sesi çökertir haritayı
Sabrın develerine binip gelir bulutların içinden çıkan melekler
Bugün biter, yarın kurulur, dudağına acı süren karanfili saklar çiğ günler
Korkma, candan yapılmış her şey, can verecek dünyada
[Cengizhan Konuş]
Yapraktan küçüktür virüs. Kelebek kanadı kadar ağırlığı yoktur mühimler terazisinde. Ama işte yaptı yapacağını. Bugünü bitirdi, yarını aldı elimizden, çiğ günlerin dudağına karanfil acısı diye sürdü keyfimizi. Belli ki mahcup bir yenilgi bu. Sinek gibi gördüğümüz bu hafiflik ağırlaştırdıklarımızı devirdi. Sessizce.
Ve biraz da muzipçe.
Uzaktan tebessüm ediyor gibi geliyor bana corona virüsü. “Taç” demeye geliyor “corona”. Belki de başımızı taçlandırmaya geldi. Şöyle bir bakın, kavgalarımız nasıl da yatışıverdi bir ara. Hırslarımız yüz geri etti AVM kapılarından. İştahımız kesildi; korkularımız tuttu ayaklarımızı. Hızla el çektik birbirimizin yakasından.
“İnşaallah, maşaallah bilmem; bana kesin söyleyin!” diye belirlediğimiz toplantılar, event’ler, buluşmalar, yemekler, meeting’ler iptal edildi. Birbirimize çaresizliğimizi anlatırken görüntülendik. Saydam bir duvar indi ardından koştuğumuz şeylerle aramıza. Sessizce. “Elimizden ne gelir!” “Yapılacak bir şey yok!” “Ödeme yapmam mümkün değil!” Garantinin kalesi gibi önümüze kesen bankaların cam-metal yüzleri de asıldı: “Closed!” Bin kat yabancı olduklarımızla aynı kaygının ipine diziliverdik. Zoraki kardeş olduk diyeyim.
Görünmez olan aramıza girdikçe, birbirimizden sakladığımız kabalıklar da görünür oldu. Birbirimizi tehlike görmeye başladık. Yüzümüze taktığımız maskelerin altında aynı tuhaf fısıltı var: “Ben temizim aslında; senden koruyorum kendimi!” Kendisinden korunmaya çalıştığımız “şüpheli” de bizi “şüpheli” görüyor. Maskeler yeni üretiliyorsa, bir an önce, ağzımızı kapatan yerine şu nezaket cümlesini yazalım derim: “Yanlış anlamayın. Kendimden koruyorum sizi!” Ah, ne güzel olur!
Yalnızlaşıyoruz. Kabul görme hevesiyle karıştığımız kalabalıklardan fersah fersah kaçıyoruz. Uzaklaşıyoruz bizi yutan kuyulardan. Herkes gibi olmayı biricik seçeneğimiz bilirken, şimdi hiçkimse olduğumuz bir karantina yaşadık. Bakalım, kendi kendimizle geçinmeye cesaretimiz ve niyetimiz var mı? Denendik!
Yok, belki de bu kadar maskeli alanın boşa gitmesine razı olmayacak reklam sektörü. Korkuyla bakılırken yüzlerimize, bir otomobil logosunun altından nefesleniyor olacağız. Tam bu sırada seçim filan olursa, belki sevdiğimiz partinin amblemini ağırlıyor olacağız burnumuzun dibinde.
Tamam; sustum. Bu kadar ileri geri konuşmanın zamanı değil. Bu bir devrim; kabul edelim. İlk defa oluyor belki yeryüzünde. Öncelediklerimizin cümlesi ertelendi. Ertelediklerimizi ise önceledik artık. Taze bir nefes almak, şimdilerde her şeyimiz. Yaşamak sadeleşti. Üzerindeki tortuları attı. İhmal ettiğimiz gerçeğin eşiğine getirdi bizi. Ne borsa yüz endeksi ne altının gram değeri önemli artık. Coronasız bir nefes… Sadece nefes… Sade bir nefes. Hepsi bu. Neredeyse yeni bir filozofumuz çıkacak: “to breath or not to breath, that’s the question.”
Tam burada şunu sormaya hakkım var diye düşünüyorum. Hayırlısıyla bu corona’yı bir şekilde çözdük diyelim. O kadar çözdük ki, bir ara hatırlayamaz olduk diyelim. Şükrettik. Derin bir nefes aldık. “Ah, evet, nerede kalmıştık?” diye kavga etmeye başlayacak mıyız? Kaldığımız yerden devam edip artık küçülmüş olanları büyütecek miyiz? Gerçek büyük olanları da, sözüm ona küçükler arasına geri mi göndereceğiz?
Adam etmeyecek mi bizi corona? Bizi “taç”landırmadan mı gidecek kalplerimizin tam ortasına düşmüş bu taş?
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.