Caminin kadın-dostu olması gerektiğine, cumanın hanımlara açık olması gerektiğine, cenaze ve bayram namazlarının erkek namazı olmadığına dair, açık nebevi tavra dayalı hatırlatma, “kadın erkeklerle yan yana namaz kılacak” ya da “kadınlar da imam olacak” şeklinde yorumlanarak sabote ediliyor. Şaşırdım mı? Hayır! Cehaletin cesareti her daim eşek sesi gibi yüksek kapsama alanı bulur kendine. Ne var ki, sırası gelmişken, insaf ehline birkaç hatırlatma yapma ihtiyacı hasıl oldu böylece.

Namazda önümüze koyduğumuz adam, hayatımızda da seve seve önümüze koyabileceğimiz nitelikleri taşımalı. Hayatın çelişkilerini kucaklamış, ölümün acısıyla yüzleşmiş olmalıdır. Otomatik makine gibi cenaze namazı kıldıran değildir imam. Okuduğu Fatiha’nın duygusal yüklemesini üzerine alınmayan değildir. Cemaatinin dertleriyle dertlenmeyen devlet memuru değildir. Caminin kapısını vakitler dışında insanın yüzüne kapatan değildir.

Birincisi, “imam” kelimesi “namaz kıldırma memuru” demek değildir, “imam” diye bir çakılı kadro da ahir zaman icadıdır. Organik olmadığı aşikâr, mevcut durumu kurtaran bir pratik uygulamanın meyvesidir teknik imamlık. İmam olan her erkek bilir ki, imam olmak, devletin memuru olmaktan fazlasıdır. Memur olduğu için değil, var edilişine hayret ve minnetle taşan dişil bir kalbin heyecanıyla bekler mihrabı.

İkincisi, “imam” kelimesi “anne” anlamındaki “ümm” kelimesinden kaynak alır; yani her erkeğin imam olmak için göğsünde bir anne kalbi taşıması gerekir. Safların önündeki erkek ne kadar erkek olursa olsun, onun da önünde bir ana yüreği vardır.

Üçüncüsü, “imamlık” camiyle kısıtlı, beş vakit namaz kıldırma görevi değildir; hayata dairdir. Önde olmaya dairdir; liderliği ve çığır açmayı ifade eder. Yanındakilere hata etseler de şefkat kanatlarını indiren merhamet yüklü bir bilgelikle donanmayı emreder. “Ana yüreği” taşımaya teşvik eder. Başta Hz. Peygamber’in [asm] olmak üzere “imam” olmanın gereği, bir kadın kalbinin imkânlarıyla yürümektir. [Bak, Al-i İmran, 159] Bir merhamet meşalesi olmak üzere, karanlığı yırtmak için canhıraş yanıp tutuşmaktır. [Bak, Şûara, 3] Kendisini taşlayanları da “onlar bilmiyorlar Ya Rab!” diye kollayacak şefkati sessizce yudumlamaktır. “Şehrin öte yakasından gelen adam” [Bak. Yasin, 13 ve devamı] gibi kendisini taşlayarak katleden hemşehrilerinden önce cennete girmeme kararlığıdır.

Dördüncüsü; namazda öne koyduğun adam, hayatında seve seve önüne koyabileceğin nitelikleri taşımalıdır. Hayatın çelişkilerini kucaklamış, ölümün acısıyla yüzleşmiş olmalıdır. Otomatik makine gibi cenaze namazı kıldıran değildir imam. Okuduğu Fatiha’nın duygusal yüklemesini üzerine alınmayan değildir. Cemaatinin dertleriyle dertlenmeyen devlet memuru değildir. Caminin kapısını vakitler dışında insanın yüzüne kapatan değildir.

Kadın “imam” olmaz elbette. Ama “kadınlık şefkatinden nasiplenmeyen erkek imam olamaz” “göğsüne ana yüreği” koyma inceliğini yerine getirmeyen, ne kadar erkek olursa olsun safların önüne geçemez. Tabutun yanında duramaz. Mihrabın hakkını veremez. Ana yürekli Resulullah’ın makamı olan minbere yükselemez.

Beşincisi, teknik anlamıyla kadın “imam” olmaz elbette. Ama “kadınlık şefkatinden nasiplenmeyen erkek imam olamaz” “göğsüne ana yüreği” koyma inceliğini yerine getirmeyen, ne kadar erkek olursa olsun safların önüne geçemez. Tabutun yanında duramaz. Mihrabın hakkını veremez. Ana yürekli Resulullah’ın makamı olan minbere yükselemez.

Altıncısı, hatırlayalım ki Safa-Merve arasında koşan herkesin imamı, önden gideni, bir siyahi cariyedir; çocuğunun susuzluğuna isyan eden Hacer anadır. Say etmek, bir kadının siluetini giyinme egzersizi, sınırsız bir anne şefkatine sarılma denemesi değil de nedir ki? Hatırlayalım ki Hazreti Peygamber [asm] vahiy almanın heyecanını ve şaşkınlığını Hatice annemizin kucağına yığdı: “Ey Hatice, bu olanlar gerçek mi yoksa ben cinlendin mi?” Hatırlayalım ki Meryem oğlu İsa, bir genç bir kızın tenhalarda doğurmayı göze alacak mahcubiyetine, “sen kötü bir iş yaptın!” ithamının ağır sancısına, “keşke hiç doğmamış olsaydım!” çığlığının közüne sarılı doğdu. Hiç unutmayalım ki Hz. Peygamber’in çağlar aşan öğretisi, kızı Fatıma üzerinden taşınmaya devam ediyor.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar