Bahar erken gelir İzmir’e. Sıcacık bir diriliş arzusu kaplar her köşeyi. Denizi hiç mavisini yitirmez. Sevindirmek ister konuğunu. Bu şehrin de kalbi var; evet. Hiç kalpsiz olur mu şehir? Umulmadık yerlerde duyurur nabzını. Mesela ne vakit Konak’tan denize doğru eğilsem bir Attila İlhan fısıltısı duyarım: “Ben sana mecburum, bilemezsin.” Ne vakit Manisa tarafındaki yokuştan Bornova’ya doğru iniyor olsam, sessiz nefesleriyle göğsü inip kalkan, Ege’nin mavisini hasretle kucaklayan, uzak adaların eteğine tutunan sessiz bir bilge olarak görürüm İzmir’i. Uçağımızın kanatları Aliağa’yı, Karşıyaka’yı, Foça’yı, Çankaya’yı, Menderes’i, Gümüldür’ü, Gaziemir’i, yalarken, aşağıda ne hasretli sessizlikler, ne sevinçli fısıltılar, ne huzurlu bakışlar, ne dilsiz acılar var da farkında değilim diye düşündüğüm olur. Şükür ki hepsini Bir duyan var.

İzmir deyince, aklımıza ilk düşen Konak’taki Saat Kulesi olurdu. Deniz, martılar ve kule İzmir’i bir anda yudumlatırdı insana. Farkındayım; “-di’li geçmiş zamanda” kuruyorum cümlelerimi çünkü artık İzmir’i Bayraklı’daki Rıza Bey Apartmanı’nın enkazından sağ çıkan Elif bebeğin hayata tutunan küçük parmaklarıyla, Ayda’nın “köfte ve ayran”dan ibaret sade menüsüyle hatırlayacağız.

İçimde bir özlemdir Karşıyaka’dan, Bayraklı iskelesinden vapura binmek; belki böylece İstanbul’u taşırım diye düşündüm İzmir’e. Olur a, kızıla çalan Kadifekale’nin pencerelerinden de bir Üsküdar edası da yakalarım bir akşamüzeri.



Bu satırları yazarken, bir yolunu bulup Rıza Bey Apartmanı’nın deprem öncesi fotoğrafını seyrettim. Pencere pervazlarında dizili çiçekleriyle, balkonlarda bekleyen beyaz örtülü masalarıyla, umutlu hayatları duvak gibi saklayan beyaz tülleriyle şehrin vakur neşesini kılcal damarlar gibi besliyordu. Nereden bilsindi gün gelip acının başkenti olacağını?

Bu satırları yazarken, bir yolunu bulup Rıza Bey Apartmanı’nın deprem öncesi fotoğrafını seyrettim. Pencere pervazlarında dizili çiçekleriyle, balkonlarda bekleyen beyaz örtülü masalarıyla, umutlu hayatları duvak gibi saklayan beyaz tülleriyle şehrin vakur neşesini kılcal damarlar gibi besliyordu. Nereden bilsindi gün gelip acının başkenti olacağını? Şu menekşe pembesi coşku, ruh üflenmiş şu pencere önleri, kedi patilerinin iz bıraktığı şu patikalar, hasretli bakışların asılı kaldığı deniz iskeleleri, geçmiş vuslatların hatırını saklayan şu tren rayları, Karşıyaka’ya doğru süzülen şu martı beyazı vapur, şehrin cilt altını akışan kılcal damarlar gibi gelir bana. Sessizce üst üste yığılır, gizlice birbirine eklenir ve koca bir şehre karakter bahşederler. Ne var ki tıkandı bu kılcal damarlar. Elif ve Ayda bebeklerin mucize kurtuluşunun fonunda tanıdığımız erken vedalar, ikizler, anneler, anneanneler, doktor hanımlar, avukatlar, hiç tanımasak da hiç görüşmesek de canların bize şah damarı yakınlığında olduğunu öğretti. Onlar için ağladık. Onlar adına sevindik de…

Az öteye gidiyor bakışım ve biraz da yakın tarihe. Menemen, ah, Menemen! Böyle böyle, İzmir, göğsünde buruk bir hüzünle, hayli mahcubiyetle ağırladığı yanık şair, derin bilge Esad Erbili’nin ateş gazelini terennüm etmeye hazırlanıyor:  “Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!/Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar