İlk takım elbisem kahverengiydi. Rahmetli babam, bayram için kendisine ve bana aynı renk takım diktirmişti. En büyük oğlu olarak, o bayram bir de “baba-oğul” takım olmuştuk. “Diktirmişti” diyorum, çünkü benim gençliğimde takım elbise dediğin terzi amcalarımızın el emeği göz nuru eserleri olurdu. “Hazır” ele geçmediği için, takım elbise, Kaf Dağı’nın arkasında, yedi başlı ejderhayı yenerek elde edilmiş hazine gibi gelirdi. O takım elbiseyi giyer giymez, kel oğlan da olsan, padişahın kızını alabilecek bir zafer mutluluğu yaşardın.

Ne var ki, bu güzel ve dünya ötesi şeyi giymek gerekiyordu. Giymek, o caanım ceketi, pantolonu, gömleği üzerinde taşımak, o güzelim şeyleri çamurlu yollara vurmak, toza toprağa tutmak demekti. Kirlenebilirdi. Rengi atabilirdi. Sökülebilirdi. Ama, nihayet, “Üzerinde paralansın!” diye dua aldığımıza göre, bu da beklenen ve kabul edilmiş bir akıbetti. Çocukluk aklımla, o kadar yücelttiğim o ceketi, pantolonu, gömleği jelatini içinde, askıda tutmak isterdim. O zaman herkesi kıskandıracak o güzelliği hiç bozulmazdı. Ne var ki giyince bozuluyor her şey. Üzerine oturur oturmaz, sınanmaya başlıyor, yıpranıyor.

Bazılarımız için ahlak da yeni dikilmiş, jelatin paketinde, kırışıksız ve tertemiz bir elbise gibi. Hiç kirlenmeden, hiç lekelenmeden, hiç eskimeden, hiç pot vermeden, hiç rengini atmadan kalmalı. Ama portmantoda. Ama vestiyerde. Üzerimizde değil asla. O kurgulanmış, dokunulmamış ahlak, o gerçeküstü masumiyet, günahın tozuyla karşılaşmamalı, hiçbir şekilde şehvetin çekim alanına girmemelidir.

Hiç giyilmeyen, vestiyerde asılı duran bu “temiz ve kırışıksız” ahlak, başkalarının hayata temas ede ede dikişleri zorlanmış, rengi solmaya yüz tutmuş, tozlanıp çamura bulanmış ahlakını kınama yetkisi verir sahibine. “Sahibi” dediysem, lafın gelişi; bu ahlak seyirlik ahlaktır, vitrinde biblo gibi durur. Giyilmiş olmadığı için, bir insanın üzerinde sınanmadığı için, otursun diye prova edilmediği için sahibine de ait değildir.

Özel alanlarda ve özel anlarda geçer bu vestiyer ahlakı. Belki camide. Belki seccadede. Belki umrede. Belki dergâhta. Oralarda jilet gibi durur. Sokakta, pazarda, meydanda, trafikte, yolda, alışverişte pek görülmez. Kirin pasın, çamurun tozun olduğu yerde giyilmez o ahlak.

Peki orada ahlak olmayacak mı? Hayır, oranın ahlakı başka bir ahlaktır; orada dergâhta durulduğu gibi durulmaz. Camideki dindarlık, pazara taşınmaz, tezgâhta sınanmaz.

Sahibine, sürdürülmesi kolay gelen, sokağa çıkmadığı için hep ütülü duran bu jilet ahlak, hatalı kusurlu, ayıplı diğer ahlak sahiplerini kınama yetkisi verir. Herkesten önce ilk taşı atmaya meyyal ve heveslidirler. Kendi düşüşlerini görmedikleri için ayağı tökezleyen herkesi sert biçimde mahkûm ederler, yargılarlar, paketleyip cehenneme atarlar.

 

Özünde, iyi niyetlidirler. Ne var ki, sadece ahlakçıdırlar. Ahlaklı olmanın bedelini ödeyecekleri tüm alanlardan uzak durmuşlardır. Ahlaklı olmak zorunda değildirler; ahlakçı olmak yeter de artar da onlara.

 

 

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar