Öyle karanlık ki bir kadının kalbi. Öyle bir yangın yeri ki göğsü! Tanımazsınız. Tanısanız da unutacaksınız birkaç güne kalmadan. Bizden uzaklarda. Dilini hemen anlayamayız. Anlasak da acısını kalbimize tercüme edemeyeceğiz. Bir anne o. Gözlerini bebeğinin ışıl ışıl gözlerine kilitlemiştir şimdilerde. Ama o ışıltılı bakışın ardında bir dert dağını büyütüyor içine doğru.
Tersinden yükseliyor bu dağ; zirvesi aşağıya doğru sarkıyor. Sivrildikçe diplere uzanıyor; uzandıkça soğuyor, soğudukça dilsizleşiyor. Sadece 21 yaşında. Bebeği Jashua 14 ayını çoktan tamamladı. Annesine gülümsüyor Jashua. Annesinin yüzünden tanımsız ünsiyetler alıyor. Kıpır kıpır sevinçlere boğuluyor annesinin kucağında. Annesinin gözlerinin içine düşünce tebessümleri, anne gönlünde sevinçten çiçekler açıyor. Görseniz, her bebek ve anne gibiler. Bütün o sevinçleri uçuruma savuracak bir “kara haber” var gazetelerde. Gülücüklerin hepsini kirli sarı kuytularda boğuyor o haber. Bir unutuluşa doğru itilmenin gücenikliğiyle yakıyor kadını. Kalbini amansız bir vefasızlığın dizi dibinde ağlatıyor. Aklına şimdiden insafsız yabancılıkların yükünü yığıyor. Göğsünde bir vefasızlığı emziriyor. Kollarında dehşetli uzaklıklar büyütüyor. Gözlerine buzdan soğuk umursamazlıklar değdiriyor. Ne var ki? “Bunama hastalığı” Alzheimer, minik Jashua’da çok erken yaşta ortaya çıktı. İngiliz anne her gün çocuğuna yeni bir şey öğretmeye çalışıyor ama nafile… Doktorlara göre Jashua, 5 yaşına geldiğinde annesini bile tanıyamayacak.
Adını yıllar önce kalın tıp kitaplarında görmüştüm hastalığın: Niemann Pick Sendromu. Ne kadar da huzurlu duruyordu satırlarda! Şimdi kendimi yerine koyduğum bir kadının kalbine değdirdiği can hışırtısını hissetmeye çalışırken nasıl da yırtıcı oldu öyle. Kitapta durduğu gibi durmuyor! ( Ki Jashua geçen hafta ilk kez “anne!” demiş!) Sandığınız gibi değil. Niyetim anneye yardıma çağırmak değil; bu çaresizliği kendimize yardım edecek bir okumaya dönüştürmek. Bir çözüm sunmak için çabalıyor da değilim. Bu çözümsüzlüğü-şu anda içinizde az da olsa hissettirebilmişken-anlatılmaz, anlatılsa bile anlaşılmaz bir derin çözümsüzlüğün dili eylemek istiyorum.
Şöyle anlatayım.
Varlık bir bebe tebessümü gibidir her insana. Etrafının merhamet halesiyle çevrildiğini fısıldar sessiz nefesleri, taze gün ışıkları, gözlerini gölgeleyen kirpik uçları, bileğine vuran kalp atışları… Bir tebessüm b/akışının yüzüne yüzüne bakıyor insan.. İnanmadan yaşıyorsa eğer, burada rastgele yaşadığını var sayıyorsa, Jashua’nın annesinin halinden farklı değil durumları. Yaşamlarını kopkoyu bir unutuşa, kaskatı bir yabancılığa, kapkara bir hiçliğe doğru akıtıyorlar. Sevmeye ayarlı kalpleri Jashua’nın annesininkinden daha mahzun, daha küskün, daha kırgın. Bilmiyor olabilirler!
Bilmek istemiyor olabilirler! Bildirilmesini hiç istemiyor olabilirler! Akıllarını kat kat sarhoşlukla sarmalamış olmalılar. Dünden gelen hüzünleri, yarından gelecek korkuları günübirlik avunmaların salıncağında uyutuyor olmalılar. Kalplerinin sonsuza uzanan emellerini yabancı yarınların avucuna kördüğüm edip bırakmış olmalılar. Burada tattıkları hayatın ötelerde salkım saçak boy verecek dal uçlarını, meyveye duracak çiçeklerini “böyle gelmiş böyle gider”lerin sıradanlığıyla buduyor olmalılar. Ömrün beklediğini, hayatın vaad ettiğini anlık, günlük, aylık, yıllık hazların sığlığına gömüyor olmalılar. Umulmadık bir tavla galibiyetinin sıcağında kalplerini saran yokluk zemherilerini örtüyor olmalılar. Coşkulu bir şampiyonluk umudunun aydınlığında sonsuz vedaların karanlığını unutuyor olmalılar. Tatlı bir emeklilik beklentisinin serinliğinde varlıklarının ucunu değdirdikleri hüzün yangınlarını erteliyor olmalılar.
Sonunda seni unutacak bir bebeği büyütmek ne kadar sancılıdır! Devamı gelmeyecek lezzetleri tatmak, en nihayet hiç olacak mutlulukları yaşamak ne acıdır! Giderek yabancılığa dönüşen bir sevdaya bile bile gönül vermek ne de yakıcıdır! O’nu bilmemek varlığa küs ediyor insanı. Varlığı da küstürüyor. Kocaman yetimler gibi boynunu büküyor dağlar. Paramparça oluyorlar. Başıboş serseriler oluyor yıldızlar. Sönüyor, soğuyorlar. Yüz üstü bırakılmış yoksullara dönüşüyor özlemler, sevinçler, aşklar, akrabalıklar, dostluklar. Yüzleri asılıyor. Dağların bile kaldıramayacağı yüklere dönüşüyor akıllar. Ağlıyor, ağlıyorlar. Kanadı kırık kuşlar gibi çırpınıyor kalpler. Uçamıyor, aç kalıyorlar.
Keşke bilselerdi ne kadar karanlıkta olduklarını da içeriyi azıcık ışık sızdığında korkmaları değil sevinmeleri gerektiğini öğretebilseydik onlara. Keşke bilseydik inanmış olarak ne büyük bir vahşetten çıkarıldığımızı ne korkunç bir karanlıktan kurtulduğumuzu da ışıl ışıl tebessümlerimizi bir kandil gibi sunabilseydik gözlerinin körlüğünü bile göremedikleri o karanlıklara. Keşke hep hatırlasaydık hangi yetimliklerden alındığımızı, “ben-sen” ayırımlarının topuzunu elimizden düşürüp yumuşacık bir ışığa dönüştürebilseydik bakışlarımızı. Keşke hiç unutmasaydık hangi şaşkınlıklar içinde bocalarken elimizden tutulduğunu da “bizimkiler-ötekiler” arasındaki çitleri yıkıp tatlı bir şefkat yumağı edebilseydik sözlerimizi.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Unutuşlar ve Unutuluşlar…
Nisyanın Gölgesinde…