Din, ‘fizik ötesi’ değil; ‘fizik berisi’dir. Dolu dolu fiziktir; kimyadır, biyolojidir, matematiktir, astronomidir. İman etmek için fiziksel gerçekle yüzleşmemiz gerekir. Varlıkları bir anlam sunucusu olarak görmek, var edilişlerine dair duyarlılığı geliştirmektir iman etmek. Varlıktan kaçış değil, varlığı coşkulu bir farkındalıkla kucaklamaktır.

Kur’ân’ın temel çağrısı, ‘şahitlik’tir. Emir ve yasaklardan çok önce ve çok daha fazlasıyla, dağlara çağırır, yıldızları seyrettirir, gündoğumlarına tanık eder. “Şehadet ederim ki…” diyecek biri görendir, dokunandır, işitendir, koklayandır. Varoluşun her detayıyla saf bir karşılaşma halindedir. ‘Varsayıyorum ki…” “Öyle inanıyorum ki…” diyecek biri gözlemden kaçar, kendini dört duvar arasına hapseder.

İman, emin olmaktır. Görmediğinden emin olamaz insan. Şahitliğe dayanır ‘emin olmak’. İnanç ise, gördüğü kanıtları değerlendirme sorumluluğundan kaçırır. Hatta inanç, kanıtların yokluğuna rağmen gerçekleşebilir. Çoğu kez kanıtların yokluğu nedeniyle vardır. Belki de kanıtlara körlüğümüzün açığını kapatmak için inancı tahkim ederiz. Anlama açığını kapatmaya yarayabilir inanç. Ki bunun ‘kör inanç’ olduğunu görmekte zorlanmayız.

İman, emin olmaktır. Görmediğinden emin olamaz insan. Şahitliğe dayanır ‘emin olmak’. İnanç ise, gördüğü kanıtları değerlendirme sorumluluğundan kaçırır. Hatta inanç, kanıtların yokluğuna rağmen gerçekleşebilir. Çoğu kez kanıtların yokluğu nedeniyle vardır. Belki de kanıtlara körlüğümüzün açığını kapatmak için inancı tahkim ederiz. Anlama açığını kapatmaya yarayabilir inanç. Ki bunun ‘kör inanç’ olduğunu görmekte zorlanmayız.

‘Din’, kökünde barındırdığı ‘borçluluk bilinci’ anlamıyla, daha çok görmek, daha keskin bir duyarlılık sahibi olmaktır. Şahitlik, göz kapaklarının ardına sığınmak değil, gözleri iyice açmaktır. Unutmaların ve kayıtsızlıkların siperinde avunmak değil, hatırlamaları öne çıkarmak, varlığı ciddiye alma çabası ortaya koymaktır. Alın ve akıl teri dökmektir. İçine kapanmak değil, içine açılmaktır, içinden açılmaktır; ufukların bekçisi olmaktır.

Yürümesini bilmeyen, konuşamayan insan, hayret etmeyi bilerek doğar . Minnet duymak, çok küçük şeylerle sevinmek, coşkulu bir eda ile her şeye müteşekkir olmak, fabrika ayarıdır insanın. Ömrümüzü geriye doğru sardıkça, hayret ve minnet duygularımız keskinleşir. Çocuklaştıkça hayreti ve minneti yeniden kuşanırız. Yetişkinlikte, garip ki, unuturuz fabrika ayarlarımızı. Hayret etmek yerine, sebep-sonuç ilişkisiyle açıklıyoruz diye olağan sanırız her şeyi. Ücretini ödedik diye minnetsizleşiriz suya ekmeğe.

Din, güzellik ve görkem karşısındaki hayretimizi hatırlamaya çağrıdır. Tüm bu güzelliklerin bize kolay erişilebilir iyilikler olarak sunulmasına minnet borcumuzu yeniden hatırlatmadır. Dolu dolu şahitliktir; gözünü açmaya, duygularını tanımaya davettir. ‘Dindarlık’ diye tarif edilen hal, bu insanî açılımları yok sayıp, bu farkındalıkları ritüellere indirgemek, şekillere kilitlemektir. Yaşamayı, korkulara karşı sevaplardan zırh oluşturma yarışına çevirmektir.

Hatırlayalım şimdi: ‘Hamd’ ile başlar varlığa ‘açılış’ metnimiz Fatiha. “Hayretler içindeyim; şimdi burada olmayı beklemiyordum. Bu eşsiz bir sürpriz!” duygusunu taşır Fatiha’nın ilk cümlesinin bu ilk kelimesi.  “Bunca hayret edilesi güzelliğin, bana sansürsüz ve eksiksiz nimet olarak ikram edilmesi karşısında nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Mahcubum!”  demeye gelir hamd.  Aklı başında bir insanın varoluşla ilk temasında yaşayacağı duygu hayret ve minnetten başkası değildir.

Sonuç olarak, gözünü renklere açan, kulaklarını seslere açan, dilini tatlara açan, kalbini sevdalara açan şahitlik eder. Gözlerini kapatan, kulaklarını tıkayan, diline damağına lezzetleri kısıtlayan şahitlikten kaçar. Karanlık ve sisli bir yoldan kendisiyle ve Rabbiyle tanışmaya gider. Tatsız tuzsuz bir ölü hayata mahkum eder kendisini. Renksiz ve cıvıltısız, neşesiz ve zevksiz bir karakterle var olmaya mecbur bilir kendini.

Varlığın kıpırtısını göz ardı etmek, tanıklık değil; körlüğü yüceltmek ve sağırlığı kutsamaktır. Tebessümler uğramaz bu karanlığa; her köşesinde korkunç suratlar kol gezer. Ceza heveslisi zebaniler başlarını uzatır bu ıssızlığa. Nefesleri zehirleyen cehennem tehditleri hükmeder sadece. Çatık kaşlı otoriter ‘efendiler’in iktidarına zemin hazırlar. Sorgusuz sualsiz itaate çağırır. Düşüncesiz teslimiyetleri taçlandırır.

Varlığın kıpırtısını göz ardı etmek, tanıklık değil; körlüğü yüceltmek ve sağırlığı kutsamaktır. Tebessümler uğramaz bu karanlığa; her köşesinde korkunç suratlar kol gezer. Ceza heveslisi zebaniler başlarını uzatır bu ıssızlığa. Nefesleri zehirleyen cehennem tehditleri hükmeder sadece. Çatık kaşlı otoriter ‘efendiler’in iktidarına zemin hazırlar. Sorgusuz sualsiz itaate çağırır. Düşüncesiz teslimiyetleri taçlandırır.

Bu şekilde kurgulanmış ‘din’in tadı, ötekileştirmeler üzerinden çıkar. Ateşli taraftarlıklara ihtiyaç duyar. İlla ‘düşman’ üretmeye odaklanır. Düşmanı yoksa, kendini değerli hissedemez şahitliksiz dinin mensupları. İki tanrıya inanırlar: Birincisi, nefesleri veren ve güneşi ufkumuza getiren tanrı; ikincisi nefeslerimizi kıskanan, gündoğumuna ilgisiz tanrıdır. İkisi birbirlerini tanımazlar, biri diğerinin ettiğini beğenmez.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar