“Senin yüzün o kadar küçüklüğüyle beraber,
geçmiş ve gelecek bütün insanların adedince
kendisini onlardan ayıran ve tarif eden
nişan ve alâmetleri hâvi…
-Said Nursî
Yüzün ‘iç yüzü’nü okuyor Said Nursi. Yüzün görünen yüzünde görünmeyen ayırımları görmeye çağırıyor. Yüz bu kadar görünür iken, bu kadar göz önündeyken, bir o kadar görünmeyeni olduğunu fısıldıyor.
Gördüğümüz yüzde, görmediğimiz yüzlerin hepsinin nişanı var. Bir yüz bu kadar anonim iken, herkesin yüzü gibiyken, birinin yüzü nasıl olabilir? Bunun için, yüz hiç kimsenin yüzünde olmayan ince detaylar, görünmeyen teferruatlar saklıyor. Herkesin yüzü diye görünürken, yumuşacık bir kesimle, şeffaf bir dokunuşla, “hiç kimsenin yüzü” oluyor; biricikleşiyor. Eşsiz bir ayrıcalık taşıyor sahibinin gözlerine ve “İşte ben!” dedirtiyor sahibine. O yüze bakanlara “İşte o…” dedirten belirgin bir özgünlük sunuyor.
Gördüğümüz yüzde, görmediğimiz yüzlerin hepsinin nişanı var. Bir yüz bu kadar anonim iken, herkesin yüzü gibiyken, birinin yüzü nasıl olabilir? Bunun için, yüz hiç kimsenin yüzünde olmayan ince detaylar, görünmeyen teferruatlar saklıyor. Herkesin yüzü diye görünürken, yumuşacık bir kesimle, şeffaf bir dokunuşla, “hiç kimsenin yüzü” oluyor; biricikleşiyor. Eşsiz bir ayrıcalık taşıyor sahibinin gözlerine ve “İşte ben!” dedirtiyor sahibine. O yüze bakanlara “İşte o…” dedirten belirgin bir özgünlük sunuyor.
Yüz, sahibinin kimliği oluşunu başka herkesin yüzünden ayrık durmasına borçlu. Aşinası olduğumuz kendi yüzümüz, yabancısı olduğumuz, yüzümüzden ayrılan milyarlarca yüz denizinin kıyısı olarak belirginleşiyor. O denizin derinliği ve genişliği, o kıyının tanıdıklığını besliyor. “Benim” dediğim yüzüm “herkesin” dediğim yüz denizini çevreliyor ama karışmıyor. Bir ‘berzah’la ayrılıyor. Tanıdık olan yüzün tüm aşina detayları, tanışmadığımız yüzlerden ayrılan bir kesime sahip olduğu halde yabancı da durmuyor. Yine de denize katışıyor.
Yeryüzünün en büyük, en görünür çelişkisini hiç zorlanmadan, sonsuz bir yumuşaklıkla yoğurarak taşıyor yüz. “Herkes gibi olmak” ve “hiç kimse gibi olmamak” sessizce kıvamlanıyor yüzün yüzeyinde. Milyonlarca ayırımı zarifçe kucaklıyor yüz. Kendimize “ben” dediğimiz, kendimizi “ben” diye tanıyabildiğimiz, kendimizi “ben” diye takdim edebildiğimiz yüzümüz tüm yüzlere sonsuz yakın ve sonsuz uzak duruyor.
Yeryüzünün en büyük, en görünür çelişkisini hiç zorlanmadan, sonsuz bir yumuşaklıkla yoğurarak taşıyor yüz. “Herkes gibi olmak” ve “hiç kimse gibi olmamak” sessizce kıvamlanıyor yüzün yüzeyinde. Milyonlarca ayırımı zarifçe kucaklıyor yüz. Kendimize “ben” dediğimiz, kendimizi “ben” diye tanıyabildiğimiz, kendimizi “ben” diye takdim edebildiğimiz yüzümüz tüm yüzlere sonsuz yakın ve sonsuz uzak duruyor.
Yüz, yüzü var edenin o yüze bakışının mührü olarak okunabilir. Ama bildiğimiz türden bir bakış değil bu bakış. Bizim bildiğimiz bakış şöyle başlar: Önce bir yüz var olur, sonra var olan o yüze bakan olur. Yüz önce, bakış sonradır deneyimlerimizde. Bakışı hak etmek için var olmayı başarmalıdır yüz. Göze gelmek için gün yüzüne çıkmalıdır. Unutalım şimdi bunları: Yüzümüz O’nun yüzümüze bakışının, hatırımızı sayışının eseri. Ve o bakış devam ediyor ki, yüzümüz akış halinde. Israrla yüzümüze bakıyor ki, yüzümüz bakılacak halde. Hem akışta yüz hem sabit kalıyor. Hem kimliğimiz olacak kadar özgün kalıyor hem herkesle tanış olacak kadar anonim duruyor. Demek ki, “ben”im yüzüme kimseye bakmadığı gibi bakıyor Ehad. “Başka kimseye böyle bakmıyorum!” diyor yüzümün biricikliğinin hal diliyle. “Kimseye de yabancı görünmesin diye herkese baktığım gibi bakıyorum yüzüne” diyor Vahid; yüzümü herkese aşina bir kalıpta tutuşunun hal diliyle.
Yaşayan yüzlerden ayrılmakla kalmıyor aşinası olduğumuz yüz; göremediğimiz ve göremeyeceğimiz yüzlerden de görünür biçimde ayrılıyor. Sanki sonsuz zamanın yamaçlarının omuzlarında yükselen biricik zirve oluyor. İlk defa gerçekleşiyor. Mekânda biricik olduğu kadar, an’da da bir kerelik gerçekleşiyor yüz. Bütün zamanlarda ‘ilk defa’ ve ‘son defa’ olan bir olay yüz ama hiç şaşırtmıyor. Şaşırtmayışıyla şaşırtıyor.
Yaşayan yüzlerden ayrılmakla kalmıyor aşinası olduğumuz yüz; göremediğimiz ve göremeyeceğimiz yüzlerden de görünür biçimde ayrılıyor. Sanki sonsuz zamanın yamaçlarının omuzlarında yükselen biricik zirve oluyor. İlk defa gerçekleşiyor. Mekânda biricik olduğu kadar, an’da da bir kerelik gerçekleşiyor yüz. Bütün zamanlarda ‘ilk defa’ ve ‘son defa’ olan bir olay yüz ama hiç şaşırtmıyor. Şaşırtmayışıyla şaşırtıyor.
Yüz üstü bırakıyor tüm ölçme ve biçmeleri yüzün görünen yüzünde görünmeyenlerin hesabı…
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.