
Algılamamızın bir atomu, yani “parçalanamayan en küçük birim”i olsaydı, bu atom, eminim ki “şey” olurdu. Evet, şey… Sanıldığının aksine içi dolu bir kelimedir “şey”; onun öyle boşluklarda kullanıldığına, araya rastgele konulduğuna bakmayın. “Şey” çok ciddi bir anlam taşır; derin bir hikâye anlatır.
Var olması gerektiğini bildiğimiz ama ne olduğunu henüz bilmediğimiz bir kavrama “şey” deriz. Ne olduğunu bilmesek de var olması gerektiğini bildiğimiz, eksikliğini fark ettiğimiz, yokluğunu bir boşluk olarak gördüğümüz her ne ise o “şey”dir. “Dilimin ucunda, şeyyyy…” derken, eksikliğini hissettiğimiz, adını koyamadığımız o “şey”i bulmaya çalışırız, ardına düşeriz. “Burada bir şey eksik!” derken, o “şey”in gelip buraya tamamlamasını umarız.
Anlatıldığına göre, Portekiz’e yerleşen Müslümanlar, Batılıların kafasına yerleştirmişler o “şey”i ki, Portekizcede “ş” sesini “x” harfi karşıladığı için matematiğin meşhur bilinmeyeni ama arananı, eksikliği fark edileni “x” diye geçmiş denklemlere. “Burada bir boşluk var, o boşluğun adı ‘şey’ yani, x.” demeye geliyor tek bilinmeyenli denklemler.
Arapçada “şey” kelimesi, çoğu isim-kelimede olduğu bir fiilin somutlaşmış halidir. “Ne dilerse Allah” anlamındaki “Maşaallah”ta, “Eğer dilerse Allah” anlamındaki “inşaallah”ta geçen bu fiil, “şae”dir. “Dilemek” anlamına geliyor “şae…” Bu durumda “şey” öylesine bir kelime değil,“dilenen” anlamına geliyor. “Seçilen” demek. “Varlığı yokluğuna tercih edilen” demek.
Tam burada “Kur’ânî ontoloji” diyeceğimiz bir kavramla tanışıyoruz. “Şey” dediklerimiz, rastgele, öyle kendiliğinden var değil; bilerek varlığı yokluğuna tercih edilmiştir, kasıtla seçilmişlerdir. Gözümüzü nereye çevirirsek çevirelim, orada bir Allah’ın dilemesi’ni buluyoruz, Allah’ın tercihiyle buluşuyoruz, Allah’ın seçimiyle yüzleşiyoruz: Yani: [Bakara, 115] “Nereye yönelirseniz, orada Allah’ın vechini bulursunuz.” Buradaki “vech” kavramını, “yöneliş” “teveccüh” olarak anlayabiliriz. Dikkatsiz ve yönelimsiz bir bakış değil bizden beklenen. Bakmak için seçilmiş olduğumuzu bildiğimiz, bakılanların da bakmamız için seçildiğini bildiğimiz, derin ve dikkatli bir b/akış borçluyuz şeylere.
Bu durum, bir dostumuzu odasına misafir olmaya benzer. O odaya girdiğimiz andan itibaren, odadaki her şey oda sahibinin tercihidir. Eşyaların stili, rengi, yerleştirilme şekli gibi tüm detaylarda oda sahibinin tanımladığı/tamamladığı “varlık alanı”na gireriz. Her detayda dostumuzun “vech”ini buluruz. Baktığımız her detayda dostumuzun tercihiyle yüzleşiriz. Bu yüzleşme heyecan verici olduğu kadar sorumluluk da yükler bize. Odaya girmişken, bir noktaya daha dikkat edelim. Odada olanları görüyor değiliz sadece. Odada olmayan “şey”ler de vardır mutlaka. Olmayan o şeylerin olmaması, dostumuzun tercihidir yine.
Odada olmayan o şeyler, oda sahibinin olmasını istememesi yüzünden odada yoktur. İşte “sıfır” burada yeni bir anlam kazanarak selamlar bizi. Bir şeyin miktarının “sıfır” oluşu, o şeyin, odadan başka bir yerde var olduğu halde, bu odada var olabileceği halde, belki bir zamanlar var olduğu halde, belki daha sonra var olabileceği halde, şimdi olmamasının tercih edilmesidir. “Sıfır” o şeyin yok olması yönündeki kararı temsil eder; “1” o şeyin var olması yönündeki kararı temsil eder. Bugünkü muazzam dijital teknolojinin temelinde ‘sıfır’ın keşfi vardır. “Binary System” dediğimiz yazılım temeli bir “şey”in yokluğunun da tercih olabileceğini hatırlatır.
Ünlü heykeltıraş Michelangelo’nun, ustalığını anlatma şekli burada imdadımıza yetişir: “Karşıma kaba saba bir Floransa mermeri koyarlar. Ben bir süre ona bakarım, bakarım, bakarım. İçinde saklı meleği görürüm. Sonra o melek ortaya çıkıncaya kadar mermerin fazlalıklarını atarım.”
Michelangelo, bu zarif anlatımıyla estetiğin bir şeylerin kasıtlı olarak bertaraf edilmesi, fazlalıkolacak şeylerin kasten sıfırlanması yoluyla gerçekleşebileceğini hatırlatır. Beş parmağımızın varlığını parmaklar arasındaki boşluklara borçluyuz. İki göz sahibi olmamızın zarafeti üçüncü ya da dördüncü gözümüzün olmayışına bağlıdır. Bucümleninzorokunmasınınnedenikelimelerarasındaboşlukolmamasıdır.
Bir şeyin miktarı “sıfır”sa, o şey bir “şey” olarak zihnimizdedir; var olmamasına karar verdiğimiz için miktarı “sıfır”dır. Sıfır, aşikâr bir boşluğu ifade eder; var olması gerektiğini bildiğim ama henüz var olmayan ya da artık var olmayan bir “şey”in başucunda bekler. Bir şeyin miktarının ‘sıfır’ olması, o şeyin yokluğunun farkında olmaktır. Varlığı algılarken, var olması tercih edilenleri görmekle kalmayız; var olanlara değer katan, estetik kazandıran, şekil/biçim veren “yokluk tercihleri”ni de “görürüz.” Göremediğimiz şeylerin de bir anlam ifade ettiğini görerek kavrarız varlığın güzelliğini.
Michelangelo’nun mermeri, yalnızca doluluğu ile değil, olması istenen oyukları, tercih edilen boşlukları sayesinde anlamlıdır. Melekleri görebilmek için “şey”in ifade ettiği ‘yokluğu’ da eksiltmeyi de hesaba katmalıyız. Velhasıl, “sıfır”la doludur etrafımız. O sıfırlar sayesinde bir “şey”leri algılamaya başlarız. Bir şeyin var olduğu her yerde her anda, o şeyin yok olabilecekken, sıfır miktarında kalabilecekken “1” olduğunu hatırlamalıyız. İşte bu varlık heyecanıdır. Seçilmişlikle sıcacık karşılaşma anıdır.

Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.