Her istediğimize elimizi uzatabileceğimizden eminken, şeffaf ve yumuşak bir kılıç gibi indi oruç; elimizi eşyadan kesti. Eşya ile aramızı açtı. Ekmek ile aramızda, karşılıklı razı olunmuş bir yabancılık inşa etti. Uzaklaştırdı dudağımızı sulardan; su da hoşnut biz de hoşnutuz bu uzaklıktan.Kurgulanmış bu yabancılık, Yaradan’ın eşyayı bize tanıdık ve yakın edişinin hatırlatıcısıdır. Hoşnutlukla gelen bu uzaklık, Yaratıcı’nın dudağımıza sudan da yakın olduğu dersini başlatmak için.

Çocukça bir sevincin eşiğine koydu bizi oruç. Her kavuşmayı saf bir heyecanla bekler olduk, her iftarda ter ü taze bir buluşma yaşadık. Dendi ki bize: “Hiçbir şey için ‘Benimdir’ deme. De ki ‘Sadece yanımdadır.’” Ve denmekte ki yine: “Ne su senindir ne de suyu içen dudak… İkisi arasındaki yakınlık, Rabbinin izniyledir. Ne eşya tanır seni ne sen eşyayı bilirsin; birbirinize dost oluşunuz Rabbinin hatırınadır, Rabbinin adıyladır.” Açlığı ve susuzluğu her hissedişte, yeryüzünde müsaadeyle yaşamanın tadı yayıldı damağımıza. Mahrumiyetimizi hatırladıkça, dünyada misafir izzetiyle ve izniyle nefes almanın genişliği doldu göğsümüze. Böylece, sürekli devinen ve sözsüz de söylenen bir “Bismillah”a dönüştük. “Allah adına” yedik içtik. Sofralar Allah adına kurulur oldu; dokunuşlar Allah’ın ismiyle tamamlandı.

Her istediğimize elimizi uzatabileceğimizden eminken, şeffaf ve yumuşak bir kılıç gibi indi oruç; elimizi eşyadan kesti. Eşya ile aramızı açtı. Ekmek ile aramızda, karşılıklı razı olunmuş bir yabancılık inşa etti. Uzaklaştırdı dudağımızı sulardan; su da hoşnut biz de hoşnutuz bu uzaklıktan.Kurgulanmış bu yabancılık, Yaradan’ın eşyayı bize tanıdık ve yakın edişinin hatırlatıcısıdır. Hoşnutlukla gelen bu uzaklık, Yaratıcı’nın dudağımıza sudan da yakın olduğu dersini başlatmak için.

Arzuladıklarımızın her zaman elimizin altında olduğu hissi, onlara dair hayretimizi azalttı, onların varlığı karşısındaki hayranlığımızı küllendirdi. Oruç geldi, eşyanın üzerindeki külleri kaldırdı, gönlümüzün körlüğünü tedavi etti. Nimetlerin üzerindeki alışkanlık perdesini yırttı. Diğer zamanlarda sebepler üzerinden fiyatlandırdığımız nimetler, yeni bir bedelle, bambaşka bir fiyatla karşımıza çıkıyor şimdi. “Su eşittir para” denkleminin tek yönlü geçerli olduğunu anladık meselâ: “Su para eder ama para su etmez!” Parayla su içemeyeceğimizi ilk defa fark ettik. Paramız geçersizleşti, suyun gönderilmişliği netleşti. Hep yeni, hep yeniden tattık suyu ve ekmeği. Yeni baştan kavuştuk varlığa… Karşılığını ödemekten aciz olduğumuz iyilikler gördüğümüzü öğrendik. Hayretimiz arttı. Teşekkür iştahımız yerine geldi. Minnettarlık duygumuz çoğaldı. Hamdimiz derinleşti. Sessiz bir “Elhamdülillah”ı içirdi bize oruç.

Heveslendiklerimizi gerçekleştirmekte pek gecikmedik sair zamanlarda. Elimizin altında olana çabucak eriştik. Canımızın çektiğini hemencecik aldık. İştahlandığımızı yedik içtik. Heveslerimizle yapışık hale geldik. Her şartta, onların yanı sıra koşarken bulduk kendimizi. Varlığımızı heveslerimize kilitledik. Heveslerimizden ayrı bir kişilik oluşturma mecalimizi hepten kaybetmek üzereydik. İçgüdülerimizin ucunda savrulmaya hazırdık. Sahiciliğimizi yitirdik gibi. Hevamızla aynılaştık sanki. Tenimize râm oldu ruhumuz. Kalıbımızın emrine girdi kalbimiz. Orucun yaşattığı gönüllü yoksunlukla, heva ve heveslerimiz ile “biz”in arasını ayırmaya çalışıyoruz. Kendimizi, ilk defa, kendimiz bildiğimiz heveslerimize “dur!”, “yapma!” derken bulduk. “Ben” ile “ben”imiz sandığımız heveslerimiz ayrıştı, karşı köşelere geçti. Bu hâl, bize naif bir bakış kazandırdı. İlk defa, hırsla değil merhametle gördük eşyayı. “Yiyecekmiş gibi” bakmadık nimete; duru ve sakin “var edilmişliğini”, taze ve kasıtlı “verilmişliğini” okumaya başladık. Şehvetin sürükleyiciliğinden “ben”imizi sıyırdık; şefkatin kucaklayıcı bakışını kuşandık. Heva ve hevesin körlüğünün, arzu ve hırsın hoyratlığının, her şeyi bize “mecburmuş” gibi göstermesine karşı direnişe geçtik. Her şeyi, “ikram”, “iltifat” ve “ihsan” şaşırtıcılığı içinde tatmaya başladık. Anladık ki, eşya bizim heveslerimize “mahkûm” değildir; aksine bize yönelmiş “merhamet”in göstergesidir.

“Mecburiyet” algımız, “mahcubiyet”e dönüşmek üzere şimdi. Merhamet eden mecbur değildir çünkü. Kendisine kerem edilen, keremi hak etmiş değildir; heyecanla fark ediyoruz şimdi. İhsan, ihsan edenin kendi tercihidir; kimsenin zorlaması değildir; anlıyoruz.

İftar vakti, bu ikram, ihsan ve iltifat edilmişlik duygusunu daha bir net hissediyoruz. Sofrada, eşya sanki yeniden filizlenir gibi oluyor. Varlık, taze kabuk bağlamış bir yara gibi pembeleşiyor. Her şey, “marul içi tazeliği”ne bürünüyor. Her şeyi bayat gören bıkkın nefsimizle değil, her an tazelenen, tazeliği tattıran nefesimizle muhatap oluyoruz varlığa. Bize merhamet edildiğini anlıyoruz, başkalarına da merhamet borçlu olduğumuzu farkediyoruz. Şefkat gözeneklerimiz açıldı açılacak. Benden bana, benden sana, benden ona, ondan bana, senden bana şefkat nehri yeniden akmaya başladı bile. Ne güzel ki, “O Rahmandır ve O Rahîmdir” gerçeğini hal dilimizle söyletiyor bize oruç.

İftar vakti, bu ikram, ihsan ve iltifat edilmişlik duygusunu daha bir net hissediyoruz. Sofrada, eşya sanki yeniden filizlenir gibi oluyor. Varlık, taze kabuk bağlamış bir yara gibi pembeleşiyor. Her şey, “marul içi tazeliği”ne bürünüyor. Her şeyi bayat gören bıkkın nefsimizle değil, her an tazelenen, tazeliği tattıran nefesimizle muhatap oluyoruz varlığa. Bize merhamet edildiğini anlıyoruz, başkalarına da merhamet borçlu olduğumuzu farkediyoruz. Şefkat gözeneklerimiz açıldı açılacak. Benden bana, benden sana, benden ona, ondan bana, senden bana şefkat nehri yeniden akmaya başladı bile. Ne güzel ki, “O Rahmandır ve O Rahîmdir” gerçeğini hal dilimizle söyletiyor bize oruç.

Sebepler sustu oruçta. Çokluk bire indi. Çokça hazır olanlar tükendi. Bolca el altında tutulanlar faydasızlaştı. Yalnızlaştık. Eşyanın desteği koltuğumuzun altından çekildi. Tekilleştik. Bir gurbete düşmüşçesine, eşyanın uzağına atıldık. İyi de oldu; yeni doğmuş bebek gözleriyle bakıyoruz sıradan sandığımız şeylere. Çorbanın tadı tazeleniyor, ekmeğin sıcak buğusunu kokluyoruz, suyu kalbinden kavrıyoruz. Kalabalığın ortasında, yapayalnız kaldık. Her şey var ama bize faydasız. Herşey burada ama bizden habersiz. Herkes iyiliğimiz için seferber ama kimse boğazımızdan lokma geçiremiyor. Bizi çok sevenler bizim için çaresiz. Eli boş dönüyoruz pazardan. ‘Kimsenin kimseye faydasının olmadığı gün’deyiz; haşrin provasına başladık bile. Çokluğu susturup, Bir olanın emrine kulak kabarttık. Sebeplerin şımartmasını terk edip, sebepsiz Var Eden’in iznine ayarladık kalbimizi. Eşyanın içinde kaybolduğumuzu gördük. Yeniden bulduk kendimizi. Vicdanımıza dokunduk. Kentin boğuculuğundan sıyrıldık. Dar zamanların duvarlarından dışarı attık kendimizi. Silikleşmiş varlığımızı, her şeyi bir kenara itmenin ayrıcalığı ile yeniden bildik, yeni baştan öğreniyoruz. Varlığın göğsünde taze bir heyecanla çarpan kalp gibi yeniden tarttık kendimizi.

Her şeyin faydasızlaştığı, her şeyin sustuğu “din günü”nde, “hesap sorulacak adam” imtiyazı ile tek başına ayakta tutulmanın resmini tamamlamak üzereyiz. “Din Günü’nün Mâliki”iyle tanıştırdı bizi oruç. Şimdi ‘İyyâke n’abudu’nün gemisine aldı bizi oruç. N’abudu’nun ‘nûn’una girdik kâinat ile birlikte. “Sana, yalnız Sana…” diyen bir “abd”e dönüştük.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar