Aylar öncesiydi. Filistin’e destek programı vesilesiyle kendimizi Sultanahmet Camii’nin büyülü atmosferinde bulduk. Geniş kubbenin altında, eski zaman kandillerine benzeyen ampullerle donanmış avize dikkatimi çekti. Camilerin aydınlatma merkezi olan kubbenin kuşağına Nur Suresi’nin 35. ayeti işlenmişti: Allah göklerin ve yerin nurudur…” Bu uygulama Osmanlı camilerinde bir gelenekti.
Muhammed Esed’in sıkça başvurduğum İngilizce mealinde “nûr” kelimesi yerine “light” kullanılmıştı. Ne var ki “light”ın Türkçedeki karşılığı olan ‘ışık’, ‘nûr’ kavramını açıklamakta hayli yetersiz kalıyordu. “Işık” genellikle bir nesnenin aydınlatılması anlamına gelirken, Arapça kökenli “nûr” daha derin bir anlam ifade eder. Işık fiziksel karanlıkta kalan nesneleri görünür kılarken, ‘nûr’, varlıkları ‘anlam karanlığı’ndan çıkarır, yabancı olmaktan kurtarır, aşina ve tanıdık yapar. Bir insan yüzüne ne kadar ışık vurursa vursun, o yüz bizim için tanıdık değilse, hâlâ bir tehdit olarak görünür, bir türlü ‘nûrlu’ olamaz.
Düşüncelerimi patoloji uzmanı arkadaşım Dr. Aliye Ebru Hanıma açtım. Bilindiği üzere, patoloji uzmanları hastalardan alınan küçük doku örneklerini inceler ve teşhis koyar. Doktor hanıma sordum: “Bir biyopsi numunesinin üzerine yeterince ışık düşürürsek, dokudaki sorunu görebilir miyim?” “Hayır” dedi. “Peki ya ışıkları artırırsam, mesela bütün bir şehrin ışığını biyopsi materyalinin üzerine yönlendirirsem…” diyecek oldum. Cevap tabii ki “Maalesef…” oldu.
“Tabii,” diye devam ettim, “Dokuya teşhis koymak için ışığa değil sadece, bilinçli bir bakışa ihtiyacımız var.” Işık, o ‘şey’e anlam veremiyor; bilinçli bakışın dokunuşu o ‘şey’i tanımlıyor. Olup biteni anlatan bir isme kavuşuyoruz. “Kanserli hücre bulunamadı” diyoruz meselâ. Ya da “karsinoma” diyoruz.
Aliye Hanımın yüzü gülüyor. “Şimdi anladım galiba,” diye onaylıyor, ‘Allah’ın nûru’nun anlamı, Allah’ın bilinçli bakışı… Gökleri, yeri ve ikisi arasındaki her şeyi, Allah’ın bilinçli tercihi olarak görünce, her şeyi bize anlamlı, tanıdık ve işlevsel yapan o ezelî bakışla göz göze geliyoruz.
Evet, ilk aradığımızdır bu. En temel ihtiyacımız. ‘İnsan’ olmak, ünsiyet aramak demek. Tanıdık bir yerde, istenen ve beklenen bir kişi olmak istiyoruz. Uçsuz bucaksız gökyüzünün altında istenmeyen bir yabancı gibi hissetmek bize göre değil. ‘İnsan’ olmamız gerçekleşmiyor bu durumda. Bu harikulade yeryüzünde onurlu konuklar olarak ağırlandığımızdan emin olmak istiyoruz. Yukarıdaki aydınlıktan ve aşağıdaki ışıktan daha fazlasını arıyoruz, aşinalığı arıyoruz. Yeryüzünün aziz sakinleri olduğumuzu görmeyi arzuluyoruz. Yaratıcı’nın ezeli bilinçli bakışının odağında olmak bizi evrenin içine anlamlı bir şekilde konumlandırır.
Bu düşünürken, “yaşamın yapıtaşı atom değil enformasyondur” diyen nörobilimci Türker Kılıç’ın sözleri yankılanıyor:
“YAŞAM; parçası olduğumuz varoluşun bağlantısallık ağı, zamanı aşan bir bütünlük içindedir. Zaman ötesi bu bütünlük içinde hiçbir varlığın yaşamı kendi doğumu ile başlamaz.Hikaye bunun çok ötesinde ve eskisindedir. Her varlık yaşamın bir varoluş kodlaması, yeni bir deseni, farklı bir akış formudur. Hiçbir varlığın yaşamı da ömrünün bitmesi ile sona ermez. Olanı, sadece geçmiş etkilemez, geleceğin de olanı belirleme gücü vardır. ‘Yaşam’ hem olanı, hem geçmişi, hem de geleceği içerir. ‘Yaşam’, varlığın içine doğduğu “zamanı” da varoluş ağının ipliği olarak, yaşantı desenlerini örmede kullanır. Varlıkla, bu yaşam denizinin-bütünlüğünün- yaşantılar ile etkileşmesi bilinci oluşturur. Yani bilinç esas olarak varlığa-parçaya değil yaşama-bütüne ait bir fonksiyondur.”
Değerli bilim insanın saptamaları ister istemez şiirsel bir evren sunuyor bize. Bizler varoluşun tuvali üzerindeki ruhani fırça darbeleriyiz, zamanın plağına üflenmiş fısıltılarız. Ruhlarımız kozmik senfoniyi duyarak dans eder, yıldızlarda anlam arar, uçsuz bucaksız genişliğe bir amaç atfeder. İnsanın bilinçli bakışı yoksa, her şey boşluğa düşer, anlamsızlığın karanlığına mahkûm olur.
Bizler sonsuzluğun yankıları, yıldız tozunun hikaye anlatıcıları, kader motifinin desinatörleriyiz. Kozmosun sessizliğinde sesimizi buluruz ve sonsuzluğun enginliğinde amacımız kozmik bir kumaş olarak belirir. Belli ki Yaratıcı her insanın eşyaya verdiği anlamı bir kalp atışı, her isimlendirmeyi eşsiz bir zafer olarak görüyor.
Çünkü biz rüyayız; Allah’ın gördüğü bir rüya. Onun nazarına değmek, bakışının ucunda kalmak, muradının gerçekleştiği alanda bulunmak, ‘nûr’dur. İşte bu ‘nûr’ ‘ışık’tan fazlasıdır.
Bakın, şimdi buradayız. Varlıklar olarak ağırlanıyoruz; çünkü biliyoruz ki Allah bizi görmek istediği için buradayız. Başkaları bizi var olduktan sonra görür, ama Allah bizi görmek istediği için var eder.
“Nûr” bilinçli bir bakışın bir şeyi ‘anlaşılır’ kılmasıdır. Nûr bakışı, yabancı olanı tanıdık yapar, düşman gözükeni dost eyler. Algılayamadığı ne varsa, insana soğuk ve uzak durur, yaban ve tehdit edici görünür. Algılayabildiğine ‘âlem’ der insan. Algılayabilir olmanın lezzetini de ‘nûr’ olarak yaşar.
Bir cihaza bakım yapmak isteyen bir usta, o cihazı kurgulayan tasarımcıyla göz göze gelir, o makinaya amaç kazandıran üreticinin muradını anlar. Aynı şekilde, varlığın ne ifade etmek üzere tasarlandığını anlamaya çalışan her insan Yaratıcı’nın bakışı ile göz göze gelir. İşte o an, onun gözünde “Allah göklerin ve yerin nûru” olur. Muhteşem bir aydınlık içinde kalır. Eşsiz bir sevincin sofrasında bulur kendini.
Sonuç olarak, “nûr” ışıktan fazlasıdır; ışık aracılığıyla her şeyi görünür kılan ve ışığa görme ve gösterme özelliği bahşeden ‘nûr’dur, o ezeli bakıştır.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.