Mustafa Merter, dünyada “transpersonel” diye adlandırılan, Türkçeye “benötesi” diye çevrilebilecek bir psikiyatri okulunun Türkiye’deki temsilcisi. Psikoterapi alanında Zürih’te Jung’çu ve Varoluş Analizi ekollerinden etkilendi, daha sonra Irvin Yalom grup terapisi metodunu benimsedi. Tecrübesini benötesi psikolojisine aktardı. Bu alanda uluslararası araştırmalardan feyz alarak bir sentez oluşturmaya çalıştı. 2005 yılında İstanbul Üsküdar’da Türkiye Benötesi Psikolojisi Derneğini kurdu. Büyük bir aşk ve şevkle çalışmalarına devam eden Merter’le İslam, psikoloji ve hayat üzerine konuştuk…

Psikoloji ya da psikiyatri olmasa ne halde olurduk? ‘Olmazsa olmaz’ımız mıdır?

İki yüz sene öncesine kadar psikoloji diye bir bilim yoktu. Sonradan kendi dini ile kavgalı olan Avrupa’nın imanını, dinini kaybetmesini telafi etmek için geliştirdiği bir bilim oldu. Peki, bundan evvel ne oluyordu, kim bu görevi ifa ediyordu? Hem İslam dünyasında hem de diğer dinlerde din adamları ve maneviyatla ilgilenenler bu görevi ifa edermiş. Tarih boyunca bu böyle olmuş. İki yüz seneden beri de, aşağı yukarı, bir bilim olarak psikoloji var.

“Telkin” dediğimiz, psikoterapi dediğimiz terapiyi kim yapardı eskiden? Bizim topraklarımızda meşayih yapardı. Biliyorsunuz İstanbul’da 360’ın üzerinde tekke vardı. Ve insan-ı kâmiller, o tekkenin mürşidanı ve onların görevlendirdikleri salahiyetli kişiler bir manada psikoterapi uygularlarmış. Bu, artık kalmadığı için psikologlara, psikiyatrlara psikoterapik refakat görevi düşüyor. Çünkü insana bir şey empoze edilmez. Zaten herkes her şeyi biliyor. Ama insanın yanında yoğunlukta, zor günlerde, acılı günlerde refakat etmek çok önemli… Derdi olduğu zaman insan birisine anlatmak istiyor. Bir arkadaşına anlatmak istiyor. Modern dünyada zaman gitgide daraldığı için gerçek manada arkadaşlık da biraz azaldı. İnsanın kadim bir ihtiyacıdır içini dökmek. İçini döktüğü kişi ya da muhatap onu ayıplamamalı, yargılamamalı, onun sırdaşı olabilmeli. Arkadaş kelimesi zaten bunu çok güzel ifade eder: Arkasını kollayan. Yalnız arkadaşlıkta bu karşılıklı bir süreçtir. Bugün ben sana anlatırım, sana güvenirim yarın da sen bana anlatırsın. Psikoterapi sürecinde tek taraflı oluyor. Hikmet sahibi olması gereken, bu konuda uzmanlaşmış, özel bir eğitim almış bir kişiye derdini anlatıp hem rahatlamak hem de kaybolduğu bu karanlık ormandan nasıl çıkarım diye danışmanlık almak…

Psikoterapistler kurtarıcı değil herhalde?

Öyle bir şey yok. Sadece işaret eden…

Bizim bulmamız gereken ne? Neyi kaybetmişiz, neyi kaybettiğimizin farkında değiliz?

Bizim insan konusundaki kaynaklarımıza müracaat etmeyen ve aynı zamanda vahiy müessesesinden de kopmuş, dini ile kavgalı batı dünyasının bize empoze ettiği psikolojinin çok önemli bir özelliği var. Bu psikoloji insanın yarısını anlamış. İnsanın belden aşağısını anlamış. Freud’un öne sürdüğü psikoloji insanı apışarası varlıktan ibaret zanneden bir psikolojidir. İnsana yönelik körlüğü getiriyor. İnsan hakikaten onların söyledikleri gibi aslı yetersiz, kötü olan bir varlıksa, sapık bir varlıksa, bütün tekâmül ümidini de yitirmiş oluyoruz. O zaman nereye doğru tekâmül edeceğiz, ne yapacağız?

Mesnevi-i Şerif’in ilk 18 beytini okursak, tamamen psikoloji kitabıdır, ney’in kamışlıktan kopup bu dünyadaki iniltisi, bu dünyadaki feryadı, aslında asli vatanını, içimizdeki yurdumuzu, geldiğimiz yeri, o esas âlemi, asli vatana dönme iştiyakını, arzusunu dile getiriyor.

Tasavvuftan esinlenerek anlamaya çalıştığımız insan modelinde, insanın sadece bir alt âlemi değil yani insanı yere batan sarayı mensubu değil, aynı zamanda yukarıya doğru bir tekâmül potansiyeli olduğunu ve bu sarayın değişik katları olduğunu, en yüce kısmında ise“hazreti insan” potansiyeli olduğunu öğreniyoruz. Mesnevi-i Şerif’in ilk 18 beytini okuduğum zaman, Hz. Mevlana’mızın Mesnevi-i Şerif eserine bu açıdan bakarsak, tamamen psikoloji kitabıdır, neyin kamışlıktan kopup bu dünyadaki iniltisi, bu dünyadaki feryadı, aslında asli vatanını, içimizdeki geldiğimiz yeri, o esas âlemi, asli vatanına dönme iştiyakını, arzusunu dile getiriyor. Ancak böyle bir asli vatanın varlığını bilirsek o tarafa doğru yönelebiliriz. İşte buna işaret etmeye çalışıyoruz.

Yani psikologların arayıp durduğu şeyi en baştan söylemiş Mevlana.

Yani Nefs Psikolojisi’ne göre havf dediğimiz şey temel varoluş kaygısıdır bu. Havf ve reca, Kur’an ayetlerinde sürekli tekrarlanır. İnsanın bir yönü havf, temel varoluş kaygısı, diğer yanı ise, temel bir varoluş ümidi; reca. Arkamızı dönersek en ümitsiz durumda bile, sembolik olarak anlatıyorum, hemen ümidi görürüz, hissederiz.

İlk 18 beyitte Mevlana’nın anlattığı; “yahu tamam, sen koparıldın, geldin, yakıldın, ses çıkarması için içini yakarlar, delerler, şunu oldun, bunu oldun ama senin aslın, esas huzur bulacağın yer seni kopardıkları o kamışlıktır” mesajıdır. İşte bu da ümit… Ümit; batı psikolojisinin bilmediği… Yahu biz sahipsiz değiliz, bizim bir anavatanımız var- ebedi anavatanı kastediyorum-sadece içinde yaşadığımız şu dünya değil. Bunun ötesinde sonsuz bir varlığız. Modern insanın dramlarından birisi; gitgide daha tenperest, menfaatperest, hazcı olması. Sanki bu dünya hiç bitmeyecekmiş gibi sürekli bir çaba içinde olması. Ve dolayısıyla zamanın getirdiği yıkım, gerek beden üzerinde gerek mal mülk üzerinde sürekli cereyan ettiği için eğer o tarafı bilmezsek, o kamışlığı bilmezsek çok derin bir ümitsizlik, çok derin bir çaresizlik, çok derin bir kasvet içine giriyoruz. Ama ne diyor Efendimiz(s.a.v.); “ölmeden evvel ölünüz.” Yani bu dünyaya, masivaya karşı hissettiğimiz aşırı istek, arzu, tutku gibi yönlerimizin bir kısmının artık devreden çıkması lazım ki biz, yaşarken öbür âleme, sonsuzluk âlemine adım atalım.

Yani Nefs Psikolojisi’ne göre havf dediğimiz şey temel varoluş kaygısıdır bu. Havf ve reca, Kur’an ayetlerinde sürekli tekrarlanır. İnsanın bir yönü havf, temel varoluş kaygısı, diğer yanı ise, temel bir varoluş ümidi; reca. Arkamızı dönersek en ümitsiz durumda bile, sembolik olarak anlatıyorum, hemen ümidi görürüz, hissederiz.

“Ölmeden önce ölmeyi” bir tür yaşama biçimi haline getirmemiz gerekiyor, öyle mi?

Mesela bizim psikiyatride karşılaştığımız en büyük hastalıklardan, patolojilerden bir tanesi ölüm korkusudur, ölüm kaygısıdır. Bu ölüm korkusundan dolayı insan dünyaya aşırı sarılır, mal mülk peşinde koşar, mevki, ihtiras peşinde koşar… Ebedi kılmak için kendisini… Hâlbuki bu âlemde, bu boyutlarda ebedi olmak mümkün değildir. O zaman işte adım atmak lazım bir yerlere. Yaşanan İslam bunu getirir. Başımızı secdeye koyduğumuz zaman farkına varmadan bir ölüm yaşarız. Her namaz bir şeylerin içimizde ölmesi, yeni bir şeylerin dirilmesi demektir, eğer hakkıyla eda edilirse. Yani bütün İslamî uygulamalar, tasavvufi uygulamalar da onların uzantısıdır, insanın ölüm korkusunu giderir… Bize gelen hastaların büyük çoğunluğunun derdi kronik anksiyete, panik ataklar, fobiler gibi rahatsızlıklar. Gerçek imana adım atmış ve İslam’ı yaşayan, tasavvufu yaşamaya gayret eden insanlarda kaygı düzeyi büyük oranda düşer.

İbadetler, bu varoluş kaygılarını giderecek sahihlikte yaşanıyor diyebilir miyiz?

Her şey taklitle başlar. Herkes mukallit olarak başlar. Taklit ederiz. Ama onun orada kalmaması gerekir. Mükellefiyetler dininin yavaş yavaş, muhabbet dinine dönüşmesi gerekir. Bu da insanın kendisini okuması ve varoluşunu anlamlandırma çabasına düşmesiyle gerçekleşir.

Tevhid’e teslim olmakla, “Allah birdir” diye iman etmekle bir yaşama sözü de vermiş oluyoruz. Tevhid eksenli yaşamanın detayları ne olmalı hayatta?

Bir insanın sahip olabileceklerine bakalım. Yüz sene evvel neye sahiptik ve şimdi neye sahibiz, sıradan bir insanın yüz sene evvel sahip olabildikleri neler vardı? Bunu böyle kıyasladığımız zaman, zaruri olmayan, hayatta kalmaya ihtiyacımız olmayan sözde ihtiyacın bize zorla kabul ettirilip hayatımıza girdiğini görüyoruz. Bunların detaylarına girmek istemiyorum, herkesin bildiği şeyler, işte modaydı, elektronik sektörüydü, cep telefonlarıydı, arabalardı vesaire… Yani biz farkına varmadan gitgide atalarımıza göre daha maddeperest bir hale geldik. Dolayısıyla çok alıyoruz, az veriyoruz. Semazen dönerken, sağ eli gökyüzüne bakar, sol eli yere bakar ve bu şekilde dengesini kaybetmeyip dönmesine, yani zikrine devam eder. Semazen artık dengesini kaybetti. Yani; alıyoruz alıyoruz, vermesini bilmiyoruz. Başka bir mecaz verirsek; nefes aldığımızı düşünelim; bakın aldığımız verdiğimiz nefesler, alıyoruz ve veriyoruz ama nefes alıp da veremediğimizi düşünelim. Anfizem hastalığı böyle bir hastalıktır. Veremezler nefeslerini insanlar. Alır fakat veremez. İşte bu hale geliyoruz yavaş yavaş. Aşırı almaktan nefesi veremez hale geliyoruz ve kabz yaşıyoruz, sıkıntı yaşıyoruz. Bu sebeple hayır ve hasenatı, infakı, yani sahip olduklarından canı acıyacak oranda vermeyi, isarı, yani başkasını kendisinden daha fazla düşünmeyi faziletli bir davranış değil zaruret olarak görmemiz lazım. Bunu yapmadığımız takdirde bedelini ağır ödüyoruz.

Nefes aldığımızı düşünelim; bakın aldığımız verdiğimiz nefesler, alıyoruz ve veriyoruz ama nefes alıp da veremediğimizi düşünelim. Anfizem hastalığı böyle bir hastalıktır. Veremezler nefeslerini insanlar. Alır fakat veremez. İşte bu hale geliyoruz yavaş yavaş.

İnsanın kendi başına kalmasına ihtiyaç var mı?

Nefs Psikoloji’nde bir de batılı psikolog Jung’dan bahsediyoruz. Jung, Freud’un talebelerinden bir tanesi, ilginç bir araştırmacı. Kendi iç deneyimlerini, kendi üzerinden yaşayarak bir kitap yazmış. Ama bu kitabı da yayınlamamış, çünkü yayınlanırsa bana deli derler demiş, büyük ihtimalle. Mecazi olarak şöyle anlayalım olayı, içimizdeki her insanın derununda bir kişisel cehennemi olduğunu düşünelim. Abi olur mu öyle şey, olur abi. Bak çık trafiğe, nasıl çıkıyor canavarlar cehennemden, alışveriş merkezine git, nasıl o kredi kartı borçlarıydı, efendime söyleyeyim banka kredileriydi vesaire, nereden çıkıyor onlar. Git maçlara, seyret bak neler çıktığını. Yani herkes seyyar tımarhanesini sırtında taşıyor. Jung ne yapmış, kişisel cehennemine inmiş, iç âleminin derinliklerine inmiş. Gerek rüya analizleriyle, hayal kurmalarla vesaire… O deneyimlerinden bir tanesine de çöle geri çekilme diyor. Sembolik olarak insanın bazen çöle geri çekilip, yani dış tesirlerden mümkün olduğu kadar kendini arındırıp tefekkür etmesi, tezekkür etmesi gerekiyor. Özellikle şu modern insan… Çünkü öyle bir bombardıman altındayız ki, reklam endüstrisi, cep telefonları, internet, televizyon, bizim beynimize sürekli bir dolu yağmuru geliyor böyle patır patır. İşte bundan arada sırada kurtulmak, çöle geri çekilmek veya Hira’ya çıkmak veya dağda yürüyüşler yapmak… Gönül dergâhına geri çekilip, ha bu efendim bir hafta sonu olabilir, üç gün olabilir, yaz tatilinde bir hafta olabilir, günde bir saat olabilir…

Sembolik olarak insanın bazen çöle geri çekilip, yani dış tesirlerden mümkün olduğu kadar kendini arındırıp tefekkür etmesi, tezekkür etmesi gerekiyor. Özellikle şu modern insan…

Zaten günde beş vakit çekilmiyor muyuz?

Ona bir şey daha katabilirsin; itikâf niyeti de katabilirsin. İtikâf için niyet et, git bir saat camide kal ramazanda. Ama bu geri çekilmeyi, yani bu hulut halini yaşamayı, hani boksör yumruk yer defalarca, artık nakavt olacak, gong çalar, adam kendine gelir. İşte boksör gibi, hayatın bize vurduğu yumruklardan arada sırada bir gong sesi ile durmak ve bir tefekkür etmek, ne oluyor diyebilme hali bir zaruret haline gelir.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar