“Saçın mı var, derdin var” diye teselli ettim dostum Cihan’ı. Saçlarımın gürlüğünün altını gururla çizerek. Yalnız kalınca fark ettim ki, Cihan’ın kaybedeceği bir şey yok. Ama benim var! Kel kalma riski bana ait! Saçlarım adedince kayıplar bekliyor beni. Tel tel ayrılıklar. İnce ince acılar.
Garip şey! Varlıktan nasibimiz arttıkça, acımız artıyor, incinme ihtimalimiz yükseliyor, kırılganlık nedenlerimiz çeşitleniyor. Çok şeyi olanın çok kaybedeceği oluyor. Mesela, hepten yok olanın sorunu da yok gibi. Yoksun, sorunun da yok. Var olmak derdi çağırıyor. Gidelim, mesela, bir alelade bir taşı dinleyelim. Türlü sorunları var! Bir defa, var olduğu için saldırıya açık halde. Parçalanabiliyor, yuvarlanıyor, ufalanıyor, yontuluyor. Çekiç darbesi yiyor, balyoz altında eziliyor. Bitkilere gelince, taştan daha çok kaybedecekleri var; çünkü var olmaktan fazlaları var, can taşıyorlar. Solabiliyorlar, kuruyabiliyorlar, ölebiliyorlar. Varoluş düzeyi hayvanlara yükselince, çığlıklar başlıyor, acılar keskinleşiyor, kan dökülüyor, canlar yanıyor. İnsanın hali ise içler acısı! Hayatın üstüne bir de bilinçle donanmış. Farkındalığı var. Yaralanıyor da yaralıyor da. Sadece kendi yaralarıyla değil, başkalarının yaralarıyla da acıyor. Çok kırılıyor, çok inciniyor. Her sızı gelip dokunuyor kalbine. Sancılar doğuruyor, sancılara doğuyor.
Modern zamanların araç gereçleri, bu ağır yükü insanın üzerinden almaya çalışıyor. Bir kenara çekiyor insanı. Kırılmasın istiyor. İncinmeleri yok etmeye çalışıyor. Düşüşleri önleyen, yaraları kapatan, acıları uyutan, sancıları unutturan stratejiler gelişiyor günden güne. Öngörülebilir ve kontrol edilebilir bir hayat tek ve ideal seçenek oldu. Belirsizlikler ustalıkla hesaplardan çıkarılıyor; sürekli garanti aranıyor. İncitecek etkenler ayıklanıyor; konfor önceleniyor.
Modern zamanların araç gereçleri, bu ağır yükü insanın üzerinden almaya çalışıyor. Bir kenara çekiyor insanı. Kırılmasın istiyor. İncinmeleri yok etmeye çalışıyor. Düşüşleri önleyen, yaraları kapatan, acıları uyutan, sancıları unutturan stratejiler gelişiyor günden güne. Öngörülebilir ve kontrol edilebilir bir hayat tek ve ideal seçenek oldu. Belirsizlikler ustalıkla hesaplardan çıkarılıyor; sürekli garanti aranıyor. İncitecek etkenler ayıklanıyor; konfor önceleniyor.
Kırılganlık, insanın kendine dokunuşudur oysa. Varoluşunun titrekliğini fark eder incinen insan. Var edilmişliğini hatırlar. Yeniden doğar. Yeniden duyar. Yeniden başlar. Ancak bu zahmetlidir ve zor gelir insana. Zaafının açığa çıkması, saldırıya açık hale getirir onu. Yarasının görünür olması, utandırır. Korunak arar; zırhlar arkasına atar kendini. Otomatikleştirir her işini. Naz çekemez.
Kırılgan olduğunu fark etmek, insanı utanç ve korku duygusuna yönlendirir. Değersiz olduğuna inandırmaya başlar. Terk edildiğine ikna eder. Ancak düşmeyenin ayakta durmayı öğrenmesi de mümkün değildir. Acıkmayanın doymayı bilememesi gibi. Sevinmeyi, kavuşmayı, bulmayı, bulunmayı, ait olmayı kırılmaları, yoksunlukları, incinmeleri, yaralanmaları, ayrılıkları sayesinde tadar insan. Doymayı açlıkla deneyimler. İyileşmeyi yaralanarak öğrenir. Sabahın aydınlığını gecenin karanlığı hatırlatır. Baharın ılıklığını kışın soğuğundan anlar. Bulmayı ve bulunmayı ayrılığın acısı öğretir. Sürekli haz içinde olmak insana göre değildir. Sürekli doyum, insanın lezzet algısını sağırlaştırır. Sıfır sorun, sıfır duygulanımdır.
Kırılganlık, insanın kendine dokunuşudur oysa. Varoluşunun titrekliğini fark eder incinen insan. Var edilmişliğini hatırlar. Yeniden doğar. Yeniden duyar. Yeniden başlar. Ancak bu zahmetlidir ve zor gelir insana. Zaafının açığa çıkması, saldırıya açık hale getirir onu. Yarasının görünür olması, utandırır. Korunak arar; zırhlar arkasına atar kendini. Otomatikleştirir her işini. Naz çekemez.
Bu yüzden olsa gerek, planlı kırılmalar yaşatılır insana. Oruç gibi. Oruç, razı olunmuş bir yoksunluk halidir. İnsana kendi imkânlarının sanal olduğunu hatırlatır. Acz ve fakr halini yaşatır. Makyajla örttüğü özünü gösterir. Gelişmiş araçlarla kapattığı, unuttuğu, uyuttuğu, sildiği asıl gerçeği ile yüzleştirir.
İnsanın en uzun ve en derin rüyası, kendini kendine yeter görmesidir. Kendi gerçeği değildir bu; sadece öyle görünür. Sadece görünür. Kendini kendine yeter gören insan azar, kibirlenir. (Alak Suresi, 6-7)
Ne var ki insana kırılganlığını hatırlatan “din” de kesinleşmiş formlarda sunulur hale geldi. Fast-food gibi çabuk tüketilebilir paketlere dönüştü din popstar vaizlerin ağzında. Hızlı konfeksiyon çözümlerimiz var artık. Düşünüp karar verme zahmetinden kurtaran kurgulanmış kesinlikler var. Şeyhliği sorgulanmaz bir otoriteye dönüştürüp maket kurtuluşlar pazarlanmaya, plastik fikirler üretilmeye başlandı: “Kabir azabından kurtaran dua!” “Yasin oku, zayıfla!” “Ne kadar salavat çek, o kadar huri!” “Vakıa Suresi’ni okuyan borçlarından kurtulur!” Banknot gibi, AVM gibi, rezidans gibi, sağlık sigortası gibi ‘garantiler’ sunuyor din adına konuşan ‘otorite’ figürler.
Bu kesinlik dili, bu kurgulanmış yürüyüş kulvarı, insanı kırılganlık yolculuğundan ediyor. “Bak, burada senin için yapılmışı var!” diyor, insanın kendini inşa etme fırsatını elinden alıyor. Yanılmalardan uzak tutulan insan, doğrulmayı öğrenemiyor. Bir okuyucum soruyordu: “Hocam, bir insan şüphesi olduğu halde iman edebilir mi?” Cevabımın “Hayır” olmasını bekliyordu. Sordum: “Kardeş, bir insan acıkmadığı halde doyabilir mi?” “Şüphesiz iman” olmaz ki… Şüphesi olmayanın sorusu yoktur. Sorusu olmayanın cevabı yoktur. Cevabı olmayanın iman ettiği, emin olduğu bir şey yoktur. “Düşmesiz yürüme” olmadığı gibi, “şüphesiz iman” da olmaz.
Bu kesinlik dili, bu kurgulanmış yürüyüş kulvarı, insanı kırılganlık yolculuğundan ediyor. “Bak, burada senin için yapılmışı var!” diyor, insanın kendini inşa etme fırsatını elinden alıyor. Yanılmalardan uzak tutulan insan, doğrulmayı öğrenemiyor. Bir okuyucum soruyordu: “Hocam, bir insan şüphesi olduğu halde iman edebilir mi?” Cevabımın “Hayır” olmasını bekliyordu. Sordum: “Kardeş, bir insan acıkmadığı halde doyabilir mi?” “Şüphesiz iman” olmaz ki… Şüphesi olmayanın sorusu yoktur. Sorusu olmayanın cevabı yoktur. Cevabı olmayanın iman ettiği, emin olduğu bir şey yoktur. “Düşmesiz yürüme” olmadığı gibi, “şüphesiz iman” da olmaz.
Sorusunu şöyle sormasını istedim okuyucumdan: “Bir insan şüphesi olmadığı halde iman edebilir mi?” İşte bunun cevabı kocaman bir “Hayır!” olur. Kırılganlığını inkâr eden insan tüm iyileşmelerin yolunu kapatıyor. Kaybolmayı göze almayan insan, cümle keşiflerden mahrum oluyor. Acılarını yok saydıkça insan, sevincini kaybediyor, coşkusunu söndürüyor, hayret ve minnetini öldürüyor vesselam. Geride “insan” da kalmıyor.
“Konunun kâfir olmakla ilgisi nedir?” diye soruyor olabilirsiniz. “Küfür” bir şeyin üzerini örtmektir. (İngilizcedeki ‘cover’ ile Arapçadaki ‘küfür’ akrabadır.) Gerçeğin üstünü örtmektir küfür. En dehşetlisi kendi kırılganlığının üstünü modern battaniyelerle kapatmak. Kendi içine doğru yolculuğun kapısını aralayan, gerçek keşiflerin yolunu açan kırılganlığının ve incinebilirliğinin üstünü örten ‘kâfir’ oluyor vesselam.
İman etmek için hâlâ fırsat var elimizde.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Merhaba