Gözyaşı şehri Kudüs.
Hıristiyanlar İsa’nın (as) çarmıha gerilmek üzere yürütüldüğüne inandıkları Çile Yolu’nda gözyaşı döküyor. Yahudiler Ağlama Duvarı’nda. Müslümanların da burada maruz kaldıkları zulümler yüzünden gözleri yaşlı. Bu gözyaşı şehri, Kuddüs’ün adeta tecellisi. Gözyaşlarıyla sağaltıyor, arındırıyor, temizliyor hepimizi. Kişisel miraçlarımıza hazır hale getiriyor. İsmiyle müsemma Kudüs. İnsanlığın dökülen günah kabukları, bunu belki de en çok Kudüs’ün gözyaşlarına borçlu. İnsanlığın düşüş ve kalkışı burada tecelli ediyor. Kudüs anlatılan hiçbir söze sığmıyor. Sözün tamamlandığı yer oluyor.
Leyla İpekçi
Subhan’dır O ki, gece yürütmekte kulunu…
Şaşkınlığın karanlığında, tereddüdün dolambaçlarında yol göstermekte. Kulunu, kendisine en yakışan yere çağırmakta, hayatın kalbinde tutmakta, kendisi için en hayırlı kıvama yoğurmakta. “En güzel” olsun diye kulunu ince ince dokumakta. Kendi hoyratlığından bile kollamakta. İsyan uçurumlarından geri çağırmakta. Batıp giden şeylerin ardı sıra ağlamasına razı olmamakta. İbrahim gibi, “Lâ uhibbu’l âfilîn” nidasının ateşine daldırıp oradan gül bahçesine almakta. “Terk edenlerin ateşinde küllenen kalbi, sonsuz vuslat gülüyle sevindirmeyi dilemekte… Subhan’dır O; başkası değil; ne ederse güzel etmekte. Ne söylerse güzelce söylemekte.
Subhan’dır O ki, O’nun adıyla akmakta her şey. O’nun adıyla yoğrulmakta âlem. Halden hale dönmek, tavırdan tavra girmek O’nun takdiriyle. O’nun ölçüp biçmesiyle güzelleşir yüzler. O’nun tartısında değerlenir zarafetler, incelikler, nezaketler. O’nun dilemesine göre belirlenir zarif haller, tatlı kıvamlar, albenili renkler, hassas sınırlar, hayatî mesafeler. Kanat çırpması kuşların O’nun rahmetinin edası. Eğilmesi dalların gölgeli boşluklara Subhan’ın pak tercihlerinin imzası. Yağmur tanelerinin salınması rüzgârın göğsünde, kar tanelerinin tane tane desenlere bürünmesi gözlerin görmediği yerlerde, Subhan’ın apak dileyişinin parmak izleri adetâ.
Subhan’dır O ki, varlık O’nun tercihi. Yokluktan hoşnut olmaz Subhan. Nahoş hallere düşüşüne razı olmaz yarattıklarının. Her hücrenin incecik zarı kudretinin saydam dokunuşudur. Hiçbir zerreyi görevsiz bırakmaz. Hiçbir soyut güzelliği gövdesiz bırakmamıştır. Tek bir kıpırtının bile anlamsız olmasına izin vermez. Var olmaların her türlüsü, en aşklısı, en sevdalısı, en şiirlisi, en hasretlisi Subhan’ın eseri. Canların kıpırtıları, kalplerin ince hasretleri, gönüllerin gizli arzuları, ruhların ağlayışları Subhan’ın cisimleşen edâsı.
Güzel olan ne varsa Subhan’ın tercihi. Uğrunda yanılan ne çok sevda varsa, Subhan’ın dileyişi. Hasreti çekilen sevgili, sesi özlenen dost, sessizliğinde teselli aranan ana kucağı, ateşli şiirlerin dokuduğu aşklar, türkülerin yaktığı kavuşmalar, hep Subhan’ın “Ol!” demesi… Ne varsa, O’nun yanında. Sevilenler, Subhan’ın dilemesi. Seven kalpler, Subhan’ın demesi…
Bir “isra”dır hayat yolculuğu. “Gece yürüyüşü…”
Gecedeyiz dünyada. Perdelerin arkası burası. Sebeplere bel bağladığımız kuyularda sabahlıyoruz. Eşyanın vefasız yüzünde yaralıyoruz kalbimizi. Yabancılar arasında dolaşıyoruz. Ten oyalanırken, can yanıyor. Kalıba dost olan, kalbe düşmanlık ediyor. Kırık cam parçaları var ayaklarımızın altında. Kalbimizi ağlatıyoruz kuytularda. Soğuk ve karanlık bu vadi; bir ateş ilişsin gönlümüze diye yanıp yakılıyoruz her gece. Göğünde güneşten haber veren ince hilâlle bayram ediyoruz bu çölde. Uykuya dalıyoruz, hiç durmadan. Rüyalara kanmaya hevesleniyoruz, hiç uyanmadan. Geldi gelecek gecenin sabahı; yürüyoruz ateşler üstünde.
Subhandır O ki gece yürütüyor kulunu…
Şükür ki ‘kul’u diye seçiyor bizi Subhan. Gecenin gömleğini yırtıyoruz böylece. Rüyanın zarından taşıyoruz. Fanilerin yüzünden yüz çeviriyoruz. Düştüğümüz düşlerden kaldırıyor bizi Subhan. Dünya darlığından cennet genişliğine kapılar açıyor. Kalbimizin gündemine taşıyor kalıbımızı. Baş koyduğumuz secdelerde, başımızı taçlandırıyor. Yönümüzü döndüğümüz kıblelerden alnımıza beka rüzgârı dokunduruyor. Dudağımızı dokundurduğumuz kutsi hecelerden, nefeslerimize sonsuzluk reyhanı sarıyor. Bu böyle yarım kalmayacak, biliyoruz… Vermek istediklerini isteyecek ses veriyor bize. İstettiğine göre elbette verecek.
Gece yürüyüşü başlıyor Tûva Vadisinde. Mûsa’nın[as] “ânestu nârâ” diye ümitlendiği yerde. Burada. Dünyada. Soğuk ve karanlık bu ‘Tûva Vadisi’nde.
O Subhan ki, her şeye bir yer veriyor, her yere bir şey koyuyor. Hiçbir şeyi boş yere var etmiyor. Hiçbir yeri boş bırakmıyor. Zerreleri boş yere yürütmeyen Subhan, hiç boşuna yürütür mü kulunu? Yaprakların düşüşüne anlam bahşeden Subhan, hiç anlamsız bir seyre alır mı kulunu? Şaheseri olan kulunu gece yürütüyorsa, karanlıkta seyahat ettiriyorsa, belli ki hayra eriştirmeyi murad ediyor, belli ki güzele boyamayı diliyor.
Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya… Etrafını mübarek kılmakta olduğumuz [Mescid-i Aksa’ya] doğru…
Subhan’ın başlattığı yolculuk görünüşte Mekke’den Kudüs’e doğru. Hakikatte Ehad’den Kuddüs’e doğru. Subhan’dır O ki, kulunu en güzel hale yuvarlar. En hoş kıvamı alsın diye yoğurur. İsabet ettirdiği her musibette, kulunu daha iyiye doğru, daha güzele doğru yolcular. Boyaların en güzeli ile boyamaya başlar. Toprağının altını üstüne getirir ki, kulundan hasat umar.
Mekke, “İhlas”ın d/okunduğu mekândır. Kulun biricikliğini biricik Rabbinden duyduğu an Mekke’nin göğsünde yaşanır. Kâbe, kulun biricikliğinin siyah imzasıdır. “Hiç kimse sen gibi değil!” dediğinde Subhan, gece yolcusu olan kul, Mescid-i Haram’dadır. Mekke, Ehad’e kıblegâhtır; Kudüs ise Kuddüs’e tecelligâh.
Kâbe, Mekke’de, vahdetin siyahı. Mescid-i Aksa, Kudüs’te kudsiyetin “Âh”ı… Siyah: İçine doğru ışımanın adı. Kara: Dışarı hiç albenili renk vermeden, içine doğru çoğaltır beyazı. Âh ise göğün arza değişinin feryadı. İnsanın yeryüzüne düşüşünün siftahı. Âh’ların cümlesi, hakiki paklığı kazanmak için kirlenmeyi göze alma muradı. Sevabı toyluktan kurtarmak için günahla sınanmanın adı Âh! Kulun düşüşlerden geçişinin, sıratta titreyişinin, ümit-korku arası salınışının yâdı. Âdem’in seve seve kaybetmeyi göze aldığı sınama aslında “Âh’lar Ağacı”.
Subhan’dır kulunu geceleyin yürüten…
Gecede kalmanın bedelini ödemeyen sabahı hak etmez. Karanlığın düşüne düşmeyen, nûra uyanışın kıymetini bilmez. Babamız Âdem’le başladı gece yürüyüşü aslında. Subhan’ın muradına razı oldu Âdem. Çünkü başka türlü sahihleşmiyor insan. Âh’ın ateşinden geçmedikçe, cevherinin kalitesini ortaya koyamıyor. Dünya gecesine uğramadan, günah uçurumlarının başına varmadan, ayağına çamurlar bulaşmadan, iyi ile kötü ayrışmıyor, güzellik çirkinlikten sıyrılmıyor. İnsan, sınanmadığı günahın masumu sayılmıyor.
Etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya…
Miracı Kudüs’ten başlıyor insanın. Azı çok etmelerin odağında duruyor Kudüs. Yoktan var etmelerin hatırası olarak yükseliyor Kudüs. İnsanı insandan çok etmek isteyen iradenin muradı olarak cisimleşiyor Kudüs. İnsanın cılız varlığını sonsuzluğun baharına infilak diye sunmanın nöbetini tutuyor Kudüs. Geceden sabah ummanın y/adı Kudüs. “Gece yolculuğu” sonrası başlıyor yükselişi insanın bu yüzden; ışıyınca değil. “Koyu gece”nin koynunda saklı insanın “Dûha”sı, yani gün ışıması; aydınlıkta değil. Miraca yükseliş, ille de dünya zemininden hareketleniyor; cennet üzerinden değil. İlle de hüsran’ın zemininden başlıyor yürüyüş; saf mutluluğun eteğinden değil. Yitiklerin avuç içlerinden kanatlanıyor ümidin kelebekleri; hazır kazanımlardan değil. Zelzele yurdundan, sarsılış toprağından, savruluşların yamaçlarından açılıyor kul göğe… Mekke’de anıtlaşan, Kâbe’nin siyah sütunuyla yazılan “Ehad” sadeliği, Kudüs’ün çoğulluğunda sınanıyor, Mescid-i Aksa’nın yaralı kalbiyle zarflanıyor.
Kulunun gece yolculuğunu Ehad’den Kuddüs’e doğru yöneltiyor Subhan: “…ona âyetlerimizden gösterelim diye.”
Kudüs, bir yeryüzü ayeti. Ötelerden bir göz kırpış dünya ufkuna. Cennetin ucuz olmadığının kanlı belgesi. İnsanın zaaflardan ibaret olduğunun gözü yaşlı imzası. Gökte yapılıp yere indirilmiş gibi görünmesi bu yüzden. Göklü kaygıların, semavî gündemlerin izdüşümünde salınıyor. Ötelerin sevdasıyla sarsılıyor. Hayat-memat kavgasından öte bir kavganın zelzelesine tutuluyor. Ölüm-kalımların küçük kaldığı telaşların ateşinde titriyor. Yeryüzünde en serin hasretlerin adı olmuş, en yakıcı hasetlerin sebebi olmuş başka bir şehir yok. Kudüs, yeryüzünün fani yüzünde kıvranan beka kavgası… Yapılıp yıkılması bu yüzden. Defalarca yıkılıp onarılması bu yüzden. Düşüp kalkmaları bu yüzden.
Taşların dert dinlediği şehir Kudüs. Gözyaşı sıcaklığının taş katılığını erittiği yer Kudüs. Devam eden bir “âsâ-yı Mûsa” mucizesi. Ateşli sevdaların serinlediği an’ın çerçevesi Kudüs. Dünya savaşlarının ateşinin hiç düşmeyeceğinin belgesi. Secde serinliğinin bahara dönüştüğü zemin. Dünyanın parçalanmışlığının miracın ayakları altında onarıldığı mekân. “Ateş karşısında İbrahim olmaktan başka çare yok!” diye fısıldıyor Kubbetu’sSahra. Diri bir “âzâ-yı İbrahim” mucizesi.
Kulunun gece yolculuğunu Ehad’den Kuddüs’e doğru yöneltiyor Subhan. “…onu [Muhammed’i] âyetlerimizden biri diye gösterelim diye.”
Muhammed-i Emîn’in [asm] miraca taşan tefekkürünün şahidi Kudüs. Bardağı taşıran ‘damla’ oluyor Kudüs’te Resulullah’ın hatırası. Muallak taşının sessiz dilini çözen O. Kudüs’ün göğe açık kapısına baş koyan O. Çokları inkâr etse de, örtbas etmeye çalışsa da, Kudüs etrafında olan bitenlerin, Kudüs’ü ulvî hatıraların merkezi yapan Elçi’lerin hatırını mühürlüyor Muhammed Mustafa’nın [asm] miraca yükselişi.
Ehad’in insanı biricik bilişini, Kuddüs’ün semasına cevap diye yetiştiriyor:
“Ettahiyyatu lillah….”
Ehad’den selam alıyor insanlık adına:
“Esselâmû aleyke yâ eyyuhe’nnebiyyû…”
“Selâm yurdu” Kudüs’ün adını âlemlerin Rabbinden alıp yere indiriyor:
“Esselâmu aleynâ…/Selâm Senden bize… Bizim üzerimize…”
“Darusselâm” burası. “Selâm ehli”nin sofrası. “İslam”ın “şehir” diye billurlaşması. Bu yüzden, sırf bu yüzden, Kudüs’ün keyfini sadece Muhammed ümmeti çıkarıyor. Diğerlerinin sevinci parçalı kalıyor. Bölüp pörçük yaşıyorlar huzuru. Yabancı kalıyorlar kimi isimlere. Kalplerine karalık düşüyor bazı odalarda. İnkârlarıyla yüzleşiyorlar taşların sessiz gölgelerinde. Kudüs’ü kaygısızca kucaklamak sadece Kur’ân’ın muhataplarının kârı. Sadece Muhammedî miracın varisleri Kudüs’ü endişesizce avuçluyor. Kudüs’ün “şehrin öte yakasından gelen adam”ıdır Muhammed Mustafa [asm]. Şehrin öte yakasından gelen adam silüetini tamamlamak üzere yürüyor müminler şimdi Kudüs’e. Cennete buyur edilmişken bile “Keşke kavmim de bilseydi!” şefkatinin imlâsına nokta koyuyorlar başlarıyla.
O, işte O, sadece O İşitir ve sadece O Görür.
Ne çok ses var Kudüs’te… Ne çok yüzsuyu dökülmüş Kudüs’e… Kudüs, ebedî gerçeğin yüz görümlüğü sanki. Tüllenişi şehadet âleminin. Ebedî hasretin sızısı var her yerde. Ebedi tesellinin gizli nidâsı duyuluyor taşların çatlaklarında. Sonsuzluk müjdesinin ışıklı şehrâyini Kudüs. İnsan kalbini göğsünde ağırlayan suskun mihmandar. İnsan ruhunu başköşeye oturtan sabırlı ev sahibi. Dünyanın zulmünden kaçanlara bir “mağara” Kudüs. Ashab-ı Kehf süruru veriyor kalplere. Yeryüzünün fesadından bıkanlara Yusuf rüyâsı oluyor. Yakûb olup hayra yoruyor insanın şaşkınlığını.
Kudüs, insanın Rabbince işitilmeye değer olduğunun sessiz heykeli. Kudüs, insanın Rabbince görülmeye değer olduğunun gölgeli gamzesi.
İşte O’dur, sadece O’dur [kulunu] işitir ve görür eyleyen.
Şiirin taşlaşmış halidir Kudüs. Semi’nin işitmesiyle, taşların sessizlik senfonisi. Basir’in görmesiyle taşların şiir yüzleri giyinmesi. Allah’ın muradının yeryüzüne inişi. Sonsuzluğun hamili. Cenneti taşıyan bir çekirdek gibi. Kabuğu yaralı. Sırtında hep bıçak izi. Meryem’in sancılı bekleyişinin edası, taşların sessiz sabrına işlenmiş gibi. Beytullahim’den şefkat yağıyor insanlığın küstahlığına; terör devletinin ateşli silahları, kaba kuvveti bastıramıyor kutsiyetin sesini. İsa’nın[as] hüzünlü nidası hâlâ yankılanıyor orada Zeytin Dağı’nın yamacında. Çarmıha gerilemiyor vahyin heceleri; tatlı bir gamze olup tebessüm ediyor Kudüs’ün yanağından. Süleyman [as] mührü, hükmünü çoktan vermiş hiç ölmeyecekmiş sanan muktedirlerin. “Siz de veda edeceksiniz dünyaya; ellerinizden dökülecek servetiniz! Sessiz bir taşın altında pişmanlık toprağında geceleyeceksiniz! Allah’tan başka kaçış yeri mi var, ey zalimler!” Mûsâ’nın[as] gecenin avuçlarından kanatlanan duası Kudüs diye uçuşuyor şimdi. Yusuf’un[as] gömleklerinin yalancı rüya hatırına yırtılışını haber veriyor sağır duvarlar. Yakub’un[as] hikmetli bekleyişinin, hüzünlü hasretinin, güzel sabrının hatırasını canlandırıyor mütevekkil müminler.
[Sensin[ O Subhan, sadece [Sen] [ben kulunu] işiten ve gören.
Senin işitmene değer söz sahibi olmak ne emsalsiz nasiptir. Senin görmene değer yüz sahibi olmak ne eşsiz bir güzelliktir. İşte, ‘Söz’üne nefes olduk işte ey Semi’. Yüz sürdük nazarına işte ey Basîr. Sensin Ehad. Sensin Kuddüs. Sen her birimizi bir bir dinlerken, başka kimden medet isteriz! Her birimizi biricik diye görürken Sen, başka kimlerin nazarından itibar dileniriz! Bizi biriciğin eyleyerek, biricik bildiğini bildirerek, başkaca görünmelerin tortulardan arındırırsın bizi. Başkalarına görünmenin telaşından kurtardın bizi; sade Sana, sade Sana görünme arzusuyla pâk eyledin yüzlerimizi.
Ehad’imiz Sensin, Kuddüs’ümüz Sen. Bizi biriciğin gördüğünü işittirdin ya bize, Seni biricik Rabbimiz diye görecek Kudüs bakışı ver bize.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.