Bir kaç yıl önce Elazığ deprem bölgesinden dönüş yolunda sıkı bir nefis muhasebesine tutuşmuştum. Uçağın penceresinden karlı dağları, gölgeli vadileri, örümcek ağı gibi örülmüş yolları, kar aklığı içine siyah lekeler gibi serpiştirilmiş kasabaları seyrediyorum. Böylesine sakin görünürken, içinde gizli sancılar, avutulmuş acılar, ertelenmiş yangınlar saklıyor yeryüzü. Yukarıdan bakınca, ezelden beri hiç kıpırtısız durduğuna beni kolaylıkla inandıran tektonik kütleler iç kanamasını saklayan müşfik bir ana gibi görünüyor. Küçücük kıpırtısıyla, hayatımızı altüst eden yeryüzünün muzip tebessümüne gecikmiş ve buruk bir tebessümle karşılık veriyorum.
Kendime dönüyorum sonra. Koltuğuma yaslanıyorum. İçime bakıyorum. Tenime dokunuyorum. İçime sancı düşüyor. Rahatlık sancısı… Dünyada bu kadar sancı varken, bunca gözyaşı ve kan akarken kendime huzuru çok görüyorum. Utanıyorum.
Gül gibi dallanıp budaklanan hayatın gövdesinde dikenler saklı… Gülün yanağına dikenler üzerinden erişmek gibi, dikenlere rağmen gülü el üstünde tutmak gibi bir çelişkiyi armağan ediyor bize Yaradan. Bu çelişkinin gizli/açık bir söyleyeceği olmalı.
Bazen unutarak, bazen uyutarak, bazen uzakta tutarak, bazen yok sayarak, bazen utanarak, bazen de utanamayarak o dikenli çelişkilerin ucunu köreltiyoruz, rehavetin koynuna salıyoruz kendimizi. Tenimize batanları, kalbimizi yakanları uzak ediyoruz kalbimizden.
Gül gibi dallanıp budaklanan hayatın gövdesinde dikenler saklı… Gülün yanağına dikenler üzerinden erişmek gibi, dikenlere rağmen gülü el üstünde tutmak gibi bir çelişkiyi armağan ediyor bize Yaradan. Bu çelişkinin gizli/açık bir söyleyeceği olmalı.
Meslek icabı, anestezi geliyor aklıma. Anestezi hoş bir şeydir ancak tehlikelidir de. Ağrıyı algılamayamaz hale gelirsek, yakarız gövdemizi, kanatırız tenimizi. Sızının uzağına düşersek, canın nabzını alamaz hale geliririz. Varlığımızı fazla görürüz kendimize. Hani, diş tedavisi için damağımız uyuşturulduğunda, bir süre yanağımız bize fazlaymış gibi, çirkin bir şişlik gibi gelir ya…
Uyuşukluk gizli bir rahatsızlıktan rahatsız olmama halidir. Rahatsız olmama perdesi, bir rahatsızlığı saklar ardında. Bu yüzden en çok rahatlık rahatsız etmeli bizi. Ara sıra, rüyada mıyız diye çimdiklemez miyiz kendimizi? Ne kadar acırsa canımız, o kadar uyanık sayarız kendimizi. Ne kadar k/anarsak, o kadar kalbine sokuluruz yaşamanın. Acıyı algılayabilmek sahicilik testimizdir.
Rehavet, yaşamanın o tuzlu kıyılarından çekilme korkusu taşıyor. Kendimize “çimdik” atma ihtiyacı hissedişimiz bu yüzden. Öyle ele avuca gelir bir çimdik değil bu. Ruhu irkilten, kalbi dağlayan bir çimdik.
Unutmanın seyri de böyle olmalı. Sevdiğine veda etmenin seyri. Sevdiğinin veda etmesini seyretmek. Usulca olup biter unutuşlarımız. Unutulmayacak olanın unutulmaya terkedilmesi sancıya hamile bırakıyor kalbi. İlk başlarda iki taraf da sinirleri çekiliyormuşçasına dayanılmaz ağrılar çekiyor. Uzaklaşan kalplerin göğsüne eğeler sürülüyor. Unutulmaya terkedileni daha bir hatırlanır kılıyor ağrı. Hatırlanır kıldıkça ağrı artıyor, ağrı arttıkça da unutuşun testeresi parçalıyor kalbin duvarlarını.
Çok sonraları, belki de az sonra, unutmanın seyri tamamlanır. Bir de bakarsın ki, unuttuğunu bile unutmuşsun. Unutan unuttuğuna aldırmaz olmuş. Unutulan da unutulduğunu hatırlamaz olmuş. Birbirlerini hiç tanımazmış gibi bakıştıklarında unutan ve unutulan utanırlar mı acaba? Bir zamanlar kendilerini acıtan o insanî rahatsızlığı elbirliği ile (doğrusu, “kalpbirliği ile” olmalı) sıradanlığın çöplüğüne atmış olmaları yeni baştan rahatsız etmez mi unutanı ve unutulanı?
Hayat öyle pürüzsüz akıp gider görünürken aldırmazlığımızın yatağında, dibinde akrepler besler, kınanası çamurlar biriktirir, utanılası kıvrımlara uzanır, acıdan taşlara vurur başını, kahroluş uçurumlarından dökülür. Ama sonunda yine kendi yalnızlığımızın kucağına serer sakladıklarını. Ölmeden önce ölünecek bir hesabın başına sürükler bizi. İzbe zamanların incecik kıymıklarını batırır günlerimizin sıradanlığına.
Bugünlük izin verin soruların canınızı yakmasına: Rahat bir nefes almak için açtığımız koridorlar hangi bahçelerin ağaçlarına rüzgârlar yığdı acaba? Ekip biçtiğimiz huzur tarlaları kaç tedirginlik ormanını kül etti? Kurduğumuz o gösterişli denge, kaç çırpınış serçesini ezdi avuçlarında? Biriktirdiğimiz o esrik sükûnet kaç insanî çığlığın ağzını kapattı kaba elleriyle? Kalbimizin üzerine habire attığımız o kalın şal, tenimizi bize hissettirecek hangi üşümeleri söndürdü altında? Yoksa yoksa, düşebileceğini kendine unutturmuş, yanındaki uçuruma gözlerini de hayalini de kapatmış “ustalaşmış” ip cambazları mıyız?
Rahatsızlık ömrümüzün kör beyazında kara bir gözbebeği. Ak rahatlıklar ortasında kapkara bir rahatsızlık içimize yeniden bakar, yeniden batar. Bir bakmışsın; ittiğin, attığın, unuttuğun, uyuttuğun acılar, bir acının dokunuşuyla, namlunun ucuna gelivermiş aniden… Anlarsın ki, tetiği çekmekten başka çaren kalmamış.
Rahatsızlık ömrümüzün kör beyazında kara bir gözbebeği. Ak rahatlıklar ortasında kapkara bir rahatsızlık içimize yeniden bakar, yeniden batar. Bir bakmışsın; ittiğin, attığın, unuttuğun, uyuttuğun acılar, bir acının dokunuşuyla, namlunun ucuna gelivermiş aniden… Anlarsın ki, tetiği çekmekten başka çaren kalmamış.
Çekilen her tetik en çok da çekenini tetikte bırakmaz mı? Önce rahatı vurmaz mı kalbinden tetikteki parmak? Çekilmese de tetik, çekilmez sancılar bırakmaz mı hem karşıda hem bu tarafta?
Şimdi parmak tetikte değil; tetik parmakta! Parmağın kendisi tetik olmuş, bak! Dokunduğun rahatlıklar kadar çimdik var hayatında. Rahatsızlan azıcık! Çimdikle rehavetini! Depremini başlat! Zelzeleye tut kalbini! Haydi!
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Muhteşem