Ne kadar büyürsek büyüyelim, içimizde bir “çocuk” taşıyoruz. Soğanın cücüğü gibi, tüm kabukların altından çocukluk çıkar. “Çocukluk egosu” dediğimiz benlik parçamız, yetişkin davranışlarımıza rengini verir, yetişkin tavırlarımızı yoğurur. Öncelikle kriz durumlarında, yetişkin muhataplarımıza “çocukken” davrandığımız gibi davranırız. Bu çocuksuluğu fark etmedikçe, yaşadığımız kriz büyür, çözülmez hale gelir.
Transaksiyonal Psikoloji ve İçsel Aile Sistemi gibi kuramlar, Freud’un psikanalitik yaklaşımını biraz yumuşatarak, içimizde taşıdığımız ebeveyn ve çocuk parçalarımızı yüzeye çıkarır. İçimizdeki çocuk parçasının en yaygı formu, incinmiş çocuktur.
“Geçmiş asla geçmiş değildir” ilkesini hatırlarsak, çocukluğumuzu bir kenarda bırakmış değiliz, uzaklara terk etmiş değiliz. Çocukluk gökyüzü gibi her daim “şimdi burada”dır. Yanımızda ve anımızdadır. “Çocukluğunuza bir inelim!” diye başlayan psikolojik öykü alma yöntemi, klişe gibi görünse de hâlâ işler, yolumuzu iyice aydınlatır.
İncinmiş çocuk, otoriter ebeveynin çocuğun duygularını ifade etmesini ayıpladığı ve tercihlerini belli etmesine izin vermediği yaşantılarda şekillenir. Çocuğunu sadece başarısı üzerinden öven, mükemmel olması şartıyla onaylayan ebeveyn, farkına varmadan, çocuğuna çocukça olmayan hiç hatasız bir hayat teklif eder. Bu hayatta düşmek yoktur, yanılmak yoktur, tam notun altında not almak ayıptır. Yorulmak utanılası bir şeydir. Bıkmak haramdır. Yılmak yasaktır. (Doğrusu, ebeveynin çocuğunun başarısını değil çabasını övmesidir.)
“Geçmiş asla geçmiş değildir” ilkesini hatırlarsak, çocukluğumuzu bir kenarda bırakmış değiliz, uzaklara terk etmiş değiliz. Çocukluk gökyüzü gibi her daim “şimdi burada”dır. Yanımızda ve anımızdadır. “Çocukluğunuza bir inelim!” diye başlayan psikolojik öykü alma yöntemi, klişe gibi görünse de hâlâ işler, yolumuzu iyice aydınlatır.
Şimdi içimizdeki çocuğa kulak verelim; kendini inciten sesleri nasıl da iç sesleri haline getirdiğini fark edelim. İç sesler, sesin asıl sahibi susmuş olsa da yetişkinin içinde daha yüksek şiddette, daha otoriter bir tonla söylediği, kendisini değersiz ve başarısız hissettiren cümlelerdir. Her türlü teşebbüste yükselen bu cesaret kırcı, yıkıcı iç sesler, içimizdeki incinmiş çocuğu iyice felç eder; bize adım attırmaz.
“Mutlaka terk edileceksin!”
İncinmiş çocuğun en büyük incinme sebebi, ihmal edilmesi ve önemsenmemesi, kendisine yokmuş gibi davranılmasıdır. Bu incinmişlik, sağlam ve sağlıklı bağlar kurmamızı engeller. Sevdiğimiz, değer verdiğimiz, bağlandığımız herkesin bizi mutlaka terk edeceğine inanırız. Terk edilme korkusu yaşadığımız sürece, ilişkilerimiz kırılgandır. Bağlarımız zayıftır. Kimseyi bağlanmaya değer görmeyiz. Duygusal yatırım yapmakta çekingen kalırız. Kırılgan bir ilişkilerimizde, küçük bir eleştiriyi bile kişisel olarak üzerimize alır; yıkıcı olarak yorumlar, varlığımıza saldırı olarak algılarız. Kaçınılmaz olarak yaşanabilen olağan krizler ilişkilerimizi koparma noktasına getirir. Çatışmalardan kaçarız. Sorunlarla yüzleşmek yerine sorunsuz bir alan ararız; “ya hep ya hiç” der; çatışma alanını terk ederiz.2
“Sana ne denirse onu yapacaksın! Yoksa…”
İncinmiş çocuğun kendilik sınırları ya çok zayıf ya çok katıdır. Kendisini özgürce ve güvenle ifade edemeyen çocuk, başkalarının isteklerini kendi isteklerinin önüne geçirir. Otoriter ebeveynimiz bize ancak dediğini yaparsak, dediği gibi olursak, talimatlarına birebir uyarsak, değerli olduğumuzu, onaylandığımızı telkin eder. “Asla, hayır deme!” demeye gelir bu telkin. Olur da birini reddedersek, hemen terk edileceğimize olan inancımız, bizi sürekli onay almaya iter, istenilenlere ram olmaya ikna eder. Bir süre sonra, yaşama alanımızın işgal edildiğini, kendince olmamızın tamamen silindiğini fark ederiz. Ardından aşırı telafi mekanizmasıyla, kimseyi kendimize yaklaştırmayız. Reddedememe zaafımızı, başkalarının tüm tekliflerine kapıyı kapayarak tamir etmeye çalışırız. Sınırlarımız bu defa katılaşır.
“Üzüldüğünü de öfkelendiğini de belli etme! Çok ayıp!”
Utandırılmak, çocukluğun en yaygın ve en toksik temasıdır. Utandırılan çocuk, yetersizlik duygusu yaşar, değersiz olduğuna inanır, ağır “keşke!”ler yaşar. Çocukların suçu üzerine almak gibi bir huyu vardır. Duygusal ya da fiziksel olarak ihmal edildiğimizde ya da suiistimal edildiğimizde, bunu büyüklerin hatası olarak görmek yerine, kendimizin işe yaramadığı, “kötü” olduğumuz, istenmediğimiz, değersiz olduğumuz şeklinde yorumlarız. Bize yöneltilen aşağılamayı ve ihmali, dışlamayı ve yok sayılmayı kendi özümüzde gerekçelendiririz. Büyükleri haklı çıkarmak için, kendimizi haksız çıkarırız. Ebeveynimiz bizi küçük gördükçe, kendimizi küçük yaparız. Ebeveynimiz bize yokmuşuz gibi baktıkça, kendimizi yok ederiz. Utanç duygusu, insanın kendinden nefret etmesini içerdiği için hayli olumsuz ve taşınmaz bir duygudur; bu durumda utanç duygusunu ya başkalarını yıkarız ya da kendi özümüze yapıştırırız. Utanç ve suçluluk ayrılmaz parçamız haline gelir.
“Kimseye güvenilmez! Zaten sen de güvenilmezsin!”
Çocuğun en çok aradığı ve en çok muhtaç olduğu güvendir. Tutarlı ve güvenli bir dünyada yaşamak ister. Ancak ihmal edildiğinde, değersiz görüldüğünde, onaylanmadığında, ihtiyaçları hor görüldüğünde, duygusal olarak kötüye kullanıldığında, güvenli zemin altından çekilir; öz-değerini ve öz-güvenini hızla kaybeder. Otoriter ve mükemmeliyetçi ebeveynimiz “notların daha yüksek olmalı!” “çocuklaşma!” “saçmalama!” gibi uyarılarla doğal olarak beklenen çocukça zaaflarımızı ayıplıyor ve yadsıyorsa, kendi özümüzde bir eksiklik olduğu, asla iyi ve başarılı biri olamayacağımız mesajını alırız.
“Herkesi mutlu etmelisin!”
İncinmiş çocuk, başkalarını hayal kırıklığına uğratmaktan ölesiye korkar. Çünkü öz-değerini başkalarının ona verdiği değer üzerinden inşa eder. Dışarıdan onay, takdir ve kabullenme gelmezse, kendisini yokmuş gibi hisseder, varlığı hızla erir, değerini kaybeder, önemsizleşir. Hayal kırıklığına uğrattığımızı ve istediğini yapmamakla üzdüğümüzü düşündüğümüz her insanın öz-değerimizi alıp götürdüğünü zannederiz.
“Sakın kimseyle çatışma!”
Başkalarını memnun etmek, ölesiye açlığını çektiğimiz onaylanma ve takdir görme gibi çekirdek duygusal ihtiyaçlarımızı tedarik eder. Bir başkasının gözündeki yerimizi kaybetmemek için canhıraş bir koşuya atarız kendimizi. Alacağımız ödül onaydır; sevilmedir, takdir görmedir.
“Kaç!”
Çoğu alanda başarılı olsa da hiçbir şekilde başarının tadını çıkaramaz incinmiş çocuk. Sürekli yokuşlardadır; düze varsa bile keyfini çıkarmaz, dinlenmeye hakkı yoktur. Dinlenir gibi olduğu anda, yeni yokuşlar arar gözleri.
Ancak başardığımızda aldığımız takdir ve onayı, yine başarılar üzerinden tatmak isteriz. Hep orada, o başarı anında kalmak ve aldığımız onayı garantileyip elde tutmak isteriz. Arkaya yaslanıp keyfetmeye vaktimiz ve hakkımız yoktur. Dinlenmek utanç vericidir. “Buraya kadar!” demek ayıptır.
Gerçek hayatta keyfi ve zevki yaşamaya hakkımız olmadığını düşündüğümüz için hayatın dışında, bir tür paralel evrende, küçük hoşnutluklar yaşatmak isteriz kendimize. Gerçek hayatın acılarıyla ve hayal kırıklıklarıyla yüzleşmekten öylesine korkarız ki, duygularımızı köreltecek bir “yer” ararız. Ya alkole ya sekse ya işe ya kumara ya sanal oyunlara başımızı sokar, çok özlediğimiz rahatı ve keyfi orada yaşarız. Her neye bağımlı olmuşsak, bağımlı olduğumuz, o şey değil, o şeyin sağladığı kaçış ve yapay rahatlamadır. Bağımlılık, oyuncak zaferler yaşatır. Bir şeyden kaçma, bir şeyi bastırma, bir şeyi inkâr etmenin acısız yollarını sunar.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Yorumlarınız çok değerli bize ışık tutmakta teşekkürler
Ne çekti beeeee, içimdeki çocuk! 🤭Bu kadar şeyin üzerine yetmez miş gibi bide benden çekti garibim. 😔
Kişinin kendine ettiğini
Edemez kişiye hiçbir fani
Bu kahpe hırsı. ne kıskanç kini, ne şarap
Ne de haşhaş edemez..
Kişinin kendine ettiğini tayfun, boran
Dağ, taş edemez.
Kişinin kendine ettiğini
Edemez Kişiye hiçbir fani
tutmazsa gerçek dost elini
kendi kendiyle baş edemez.
Kişinin kendine ettiğini
Sarhoş edemez, ayyaş edemez
Mezar soyan nebbaş edemez…
Espiri bir tarafa, yine düşüncelerimi aydınlattınız. Elhamdülillah 🤲
Yüreğinize sağlık. Kaleminize, bilginize kuvvet versin Rabbim inşaAllah 🤲
Aşağıdaki cümleyi yazıp size yolladığımda henüz bu yazınızı okumamıştım. Okuduktan sonra yine aynı güzel yere baktı gözlerim ve tekrar yazmak istedim…
Bana uzattığınız elinizin ve rehberliğinizin ne kadar değerli olduğunu tekrar anladım.
“Siz ne yaparsanız yapın hatta ne yapmazsanız yapmayın, her ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, ben yaşadığım müddetçe sizin elinizi hiç bırakmıycam inşallah”
Ne güzel bir ayna bu… Hep bakacağım… Baş köşemde saklayacağım…
Çocukluk…. Kapanmayan yara….