- Güne ‘hoş geldin’ deme ayrıcalığın olmayacak! Düşün ki çok değer verdiğin, sana da değer katacak bir misafir aniden kapıda beliriyor. Yüzünde sıcacık tebessüm yerine, nahoş bir gerginlik beliriyor; rahatlayacakken telaşa kapılıyorsun. Baş köşeye oturtmak istediğin misafirini kapıda bekletiyorsun. Mahcup oluyorsun; ona söyleyeceklerini söyleyemiyorsun. Elin ayağın birbirine dolaşıyor; onun için yapacaklarını yapamıyorsun. Misafirini ağırlama zevkini ve en acısı misafirini de yitiriyorsun!
- Filmin başını kaçırıyorsun. Yeni gün, yeni vizyona girmiş çok ödüllü bir film gibidir. Yönetmeni tanıyorsun; başrolü sana vermiş. Sahnede sen olacaksın. Bu senin filmin… Ama dur; o da ne! Güneş doğarken, sen uyuyorsun. Hikâyeye gözkapakları birbirine yapışmış, başı ağrıyan biri olarak başlıyorsun. Gün ışığının, yüzüne tatlı bir kelebek gibi konuşunu göremiyorsun. Ufukta yükselen sarı sıcak alev küresinin sana tebessümüne tebessüm edemiyorsun. Güneşi gözlerinin pervazına kadar gönderen ‘Yönetmen’in “Umudum sensin!” mesajını duymuyorsun. Başrolü kaptırıyorsun; figüran olarak itiliyorsun sahneye…
- Koşuya geç başlıyorsun. Önemli bir koşunun başındasın. Gün doğacak, eşyanın üzerine renkler düşecek. İnsanlar göz kapaklarının ardından sıyrılacak, herkes adını, makamını, masasını, unvanını geri alacak. Güneşin doğumuna çok az kala; herkesin önüne geçmenin, erken depar yapmanın keyfini çıkar. Onlardan önce kimliğini hatırla! Görevlerini hatırlamakta çoklarının önüne geçmenin avantajını yakala. Her şeyin durulduğu anları yaşamış biri olarak mı karışmak istersin o karmaşaya, yoksa kendini adını koyamadığın karmaşanın içine zorla itilmiş bir şaşkın olarak mı bulmak istersin?
- Vaktin nabzını alamıyorsun. Yirmi dört saatlik bir günün köşeleri vardır; parmağın boğum yerleri gibi ya da ırmağın çağıldadığı kesitler gibi. Zamanın akışı bu köşelerde hızlanır; sessizce ve habersizce yanından geçip giden zaman çağıldamaya başlar. Güneşin doğumuna yakın ve güneş doğarken, vakit hızlanır, çağıldamaya başlar, köpüklenir. Yüksekçe bir yerden dökülen su gibi konuşur saniyeler, şarkı söyler dakikalar. Gün doğumunu yakaladığında, çağıltının heyecanı, akışın coşkusu vurur göğsüne. Nabzını tutarsın vaktin. Kontrol sendedir; anlarsın. Yoksa, zaman nehrinde yüzmek varken, nehirde sele kapılmış gibi sürükleniyor olacaksın!
- Saatini bozuyorsun! İnsan bedeninin güneşin dönüşünü izleyen bir ritmi vardır. “Biyolojik saat” denir bu sisteme. Biyolojik saatimiz, kolumuzdaki düz saatlere gibi çalışmaz. İşe başlama saati sabit değildir biyolojik saatte. Gün içinde dakika dakika değişir, mevsimlere göre ayarlanır, doğanın ritmini izler. Kâinatın çarklarına uyumlu hareket eder. Bedenin tüm sistemleri gün doğmadan önce vites yükseltir; harekete geçmeye hazırlanır, işe başlama saati gelmiştir. Ama sen tam çalışma saatinde uyumayı tercih ederek, bedenini tatile gönderiyorsun. Sadece bedenini mi? Zihnini de… İlhamın, fikir patlamalarının en yüksek olduğu dönemde, dükkânı kapatıyorsun. Şiirleri kaybediyorsun, hikayeni başlatamıyorsun. Bedensel olarak çalışıyor olsan da, o çalışmayı hazza dönüştürecek zihinsel çerçeveyi kaybediyorsun!
- Mücevheri elinden kaçırıyorsun. Gün doğumu öncesinde ve sırasında çok özel bir derinlik, çok güzel bir sükûnet vardır. Ne televizyon uğultusu ne çocuk gürültüsü ne iş telaşı ne telefon vızıltıları… Eşsiz bir dinginlik, kaygısız bir derinlik! En pahalı, en egzotik tatilin bile vaat etmediği sürpriz bir güzellik! Kendi başına kalıyorsun. Dışarıdaki gürültüler yüzünden duyamadığın iç seslerine kulak verme vakti bu! O gün olacak olumsuz şeylere karşı duracak benliğini, biricik direncini güçlendirme zamanı. O gün gelecek olumlu şeyleri ağırlayacağın kalbini, özel odanı derleyip toplama zamanı bu! Yoksa, daha kırılgan olacaksın, daha az huzur duyacaksın!
- Güneşi uyandıramıyorsun! Brezilyalı çocuk yazarı Vasconcelos’un o güzel eserinin başlığına oldum olası gıpta ederim: “Güneşi Uyandıralım!” Demek istiyor ki yazar; güneş seni uyandırmasın, sen güneşten önce uyan, sen güneşi uyandır. Güneşin doğuş anı, göklerde olup bitenlerin senin için, evet senin için olduğunu görebileceğin en çarpıcı olaydır. Milyarlarca yıldızdan biri sana özel olarak döndürülüyor. Belli ki hepsi senin için yıldızların! Önce portakal rengi bir yuvarlak ufuktan başını uzatır; derken göğün laciverdi yavaş yavaş maviye doğru açılır, bulutla pembeleşir, ufuk kızılın her tonuyla titreşir. Sonunda her şeyin yüzüne renk gelir; anlamlı biçimler, güzel yüzler gün yüzüne çıkar. Güneş doğduktan sonra, hep alıştığın o gündüz hali hükmetmeye başlar. Güneşi uyandıran sen değilsen, her gün gördüğün için olağan sandığın yer ve gök arasındakilerin sana özel olduğuna inanamayacaksın!
- Baltanı bilemiyorsun! Güneşten önce kalktığında gün içinde seni bekleyen işleri gözden geçirebilirsin. Her biri için gerekli fiziksel hazırlığa duygusal hazırlığı da ekleyebilirsin. Planladığın görüşmelerde ne yapman gerektiğini düşünür, nasıl bir yol izlemen gerektiğine karar verirsin! Başka bir ifadeyle, odun kesmeye çıkmadan önce baltanı bilersin. Bu seni daha az yoracak ve daha başarılı yapacaktır; emin ol! Güneşi kaçırdığında baltan hep kör olacak! Daha çok vuracak ama daha az kesecek!
8.5. Asıl kahvaltıyı kaçırıyorsun! “Kahve altı” demektir kahvaltı. Yani, kahve içme saatinden önce yapılmalıdır. Biliyorum, geç vakit kahvaltı yapabilirsin. Pekâlâ o da mutluluk vericidir! Erken yapılan kahvaltı hızlanan metabolizma ile daha kolay sindirilir, bedene yağ depolaması, yani kilo olarak değil enerji olarak katılır. Geç yapılan kahvaltının içeriği ne olursa olsun, bedene daha çok yağ daha çok şeker olarak yansır! Erken kalkarsan, yürüyüş ya da hafif koşu gibi rutin hareket etme fırsatın da olur! Şu da aklında olsun: Erken kahvaltı, daha çok hak edilmiş bir öğle yemeğinin başına oturtur seni. “Daha çok hak edilmiş” de ne demek? Daha çok acıktığın, yediklerini daha çok sindirebileceğin bir yemek olur öğle yemeği. Erken kalkarsan, hem az şekerli ve çok tatlı bir kahvaltın olur hem çok lezzetli ve az kilo yapıcı bir öğle yemeğin olur. Kilondan kaybedersin; neredeyse yarı yarıya. Güneşi uyandırmanın kaybettireceği bu şeyi, ‘buçuk’ diye numaralandırma nedenim bu!
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Ne güzel bir yazı, ne güzel bir farkındalık. Teşekkürler .Sizin sesinizden okumayı ve yanında da; Esmaül hüsna anlatımınız gibi bir fon ile dinlemek isterdim.Dua olsun. Allah’a emanet olun inşallah