Tekasür Suresi’nin ilk ayeti acı verici bir teşhis yapar: “Çoğaltma hırsı oyalamakta sizi…” Ayetin “oyalamak” için kullandığı kelime “l-h-v” kökünden gelir; “meşgul olmak”tan farklı bir anlam taşır. “Çoğaltma tutkusu meşgul ediyor seni” demez; çünkü “l-h-v” kelime kökünün ifade ettiği anlamda, sonucu olmayan bir meşguliyet, fayda vermeyen bir uğraşı iması vardır.
Araplar bu iki kelime arasındaki farkı, klasik değirmenlerdeki uygulamayla açıklar: Biri sabit diğeri dönen iki büyük taş, eğer aralarında bir tahıl olmadan dönerse, birbirlerini oyar, eritir. Değirmenci, öğütülmüş unu yeniden öğütülsün diye iki taşın arasına salar ki, birbirlerini tüketmesinler. Yeterince incelmiş un, daha da incelecek değildir aslında. Ama taşlar bu “oyalanma” sayesinde birbirini tüketmeyecektir.
Ayetin vurguladığı “tutku” ya da “hırs” işte böyle sonuçsuz, faydasız ve meyvesidir. Surenin ikinci ayeti, “kabirlere varıncaya kadar” diye yeni bir boyut katar bu “oyalanma”ya. İlk bakışta bu ayet, çoğaltma tutkusuyla oyalanan insanın ölene kadar bu tutkudan kurtulamayacağını söyler; doğrudur.
Ancak “kabir” kelimesinin psikolojinin “nesne ilişkileri” bağlamında kritik ve yaşamsal bir iması vardır. “Kabir” çoğunlukla gösterişlidir, saygı görür, üzerinde kişinin ismi mermer oyularak yazılmıştır. Ancak kabrin gösterişli mermerine rağmen-ki totaliter rejimlerde kabir özellikle ihtişamlı ve göz alıcı şekilde yapılır-içindeki kişi ölüdür. İsmini ne kadar büyük ve parlak yazılırsa yazılsın, kabir ne kadar anıtlaştırılırsa anıtlaştırılsın kabirde gömülü olan hâlâ ölüdür. İsmine şaşaa katmak ölüyü hayata döndüremez.
Çoğaltma tutkusuna kapılmış insanın nesnelerle ilişkisi böyledir. Ardı sıra koşturduğu, büyük bir hırsla elde etmeye çalıştığı o nesne ile canlı bir ilişki kuramaz. O nesneyi eline geçirir geçirmez, onunla ilişkisi ölür. Nesneyi, sırf ele geçirdiği için, “çantadaki keklik” gibi sıradanlaştırır ve derhal o nesneye olan ilgisini kaybeder, o nesnenin daha gelişmiş ve daha pahalı versiyonu için hırslanmaya başlar. Bu, süreç bir kısır-döngüye dönüşür.
Ölü bulduğu nesneden canlılık alamayınca, yenisini ve daha fazlasını ister, daha yenisi ve daha fazlasıyla da ölü ilişki kurunca “daha daha daha” der; ve doyumsuz süreç sonsuza kadar gider. Ayetin, “kabir” diye işaretlediği, içinde “ölü” barındıran, çoğaltma hırsıyla koşturan insanın elindeki nesnedir. Her defasında bir ölü alır eline, ölülerde hayat bulamayınca, yeni ölüler toplar, onlarda da hayat bulamaz. Ölüleri çoğalttıkça, bir canlı elde edeceğini sanır, boş yere. Ölü nesneler sadece ölüdür; sadece yük olur. Ölü nesneleri ne kadar çoğaltırsa çoğaltsın, hiçbir yerde hiçbir an diri nesneye kavuşamaz.
Sözün burasında “haz” ve “lezzet” kavramları arasındaki ayırıma dikkat çekmek istiyorum. “Haz” anlık ve gelip geçici bir tattır; “lezzet” ise kalıcı mutluluğun ve memnuniyetin tadıdır. Haz, bedenseldir. Haz, sürekli almak ister. Haz, maddeler üzerinden elde edilir. Haz, yalnız başına yaşanır. Haz, bağımlılığa yol açar. VE HAZ DOPAMİN’İ YÜKSELTİR. Lezzet, uzun sürer. Lezzet, ruhsaldır. Lezzet, vermekle ve paylaşmakla çoğalır. Lezzet, maddeye bağlı değildir, bağımlılık yapmaz. VE LEZZET, SEROTONİN’İ YÜKSELTİR.
Ne var ki insanlar, farkına varmadan, lezzet almak için, mutlu olmak için haz malzemeleri satın alırlar. Serotonini yükseltmesi beklenen şeyler, kısa süreliğine dopamini yükseltir. Bir süre sonra, dopamin de “down-regulation”a uğrar, daha çok dopamin alındığı halde, daha az haz üretilir ve sonu ölüme giden bağımlılık başlar. Eğer, insan, vermeye, paylaşmaya, ruhsal ve ulvi olana yönelirse, haz nesnesi olarak satın aldığı maddeler de lezzetin ve memnuniyetin malzemesi haline gelir; öbür türlü ölü olabilecek nesneler mutluluk ve memnuniyet çerçevesinde dirilir.
Ancak, sadece hazza odaklanmış bir insanın dopaminleri sürekli yükseldiği için, sürekli yükseldikçe daha da yükselmek isteyeceği için beyinde serotonine yer bırakmaz. Diriltici olan serotonini perdeler, etkisiz hale getirir.
Sonuçta ne mi olur?
“Sizi dopamin yükseltme hırsı oyalar…”
Öyle ki hayat umduğun, canlılık beklediğin, mutluluğa eşitlediğin serotonin yükselemez. Dopaminleri çoğaltarak, sonuçsuz ve meyvesiz, derinliksiz ve cansız hazları çoğaltırsın. Elinde çöpler kalır. Çöp yığınları yüzünden serotonine yer kalmaz ve mutluluk deneyimine yabancı kalırsın. Canlı lezzet umduğun nesnelerden anlık ölü hazlar alırsın. Ölü hazlar arttıkça, diri lezzetleri tadamaz hale gelirsin.
Ne kadar haz peşindeysen, o kadar az mutluluğun olur. Sana mutluluk diye sattıkları şeyler, haz malzemeleridir aslında. Dopaminin çoğalttıkça, serotoninin çoğalsa bile etkisiz hale gelir; mutluluk versin diye ardı sıra koştuğumuz şeylerin içi boşalır. Ne var ki paketleri parlak ve canlıdır, içi katı/donuk ve ölülerle doludur.
Ne kadar çok ölü satın alırsan al, hayat dolu mutluluğu alamazsın.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.