Almanya’da soğuk bir akşam, bir imam arkadaşla ile sohbet ediyoruz. Avrupa’da Müslüman olmanın zorluklarını anlatıyor. Türk kahvelerimizi yudumlarken, Avrupalıların “Müslüman kimliklerini asimile etmeye çalıştıkları”ndan söz etti. Konu, Türkiye’de hutbelerde okunan bir ayetin Almanya’da hutbelerde okunmasının yasaklanmasıydı. Garip ki, yasaklandığını söylediği ayet, Hristiyanların da ana figürü Meryem’in ailesinin adını taşıyan “Ali İmran” Suresi’ndeydi. Böyle bir konu Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında nasıl bir çatışmaya yol açabilirdi?

İmam, Müslümanlar için Hristiyanlar ve Yahudilere karşı “bir meydan okuma” içerdiğini düşündüğü “yasaklı” ayeti okudu: “Allah katında din ancak İslam’dır.” İmama göre (ve İslam adına konuşan çoğu din adamının telkin ettiği yoruma göre) bu cümle Allah’ın Müslümanların tarafını tuttuğu anlamına geliyor. Bu ayet, Müslümanlara seçilmişlik atfediyor. Garip ki Yahudilerin kendilerini seçilmiş sayması yüzünden Allah tarafından lanetlendiğine inanan Müslümanlar, bu ayetin yüzeysel yorumunu aynı seçilmişlik psikolojisinin gerekçesi yaptıklarının farkında değiller.  

İmam, Müslümanlar için Hristiyanlar ve Yahudilere karşı “bir meydan okuma” içerdiğini düşündüğü “yasaklı” ayeti okudu: “Allah katında din ancak İslam’dır.” İmama göre (ve İslam adına konuşan çoğu din adamının telkin ettiği yoruma göre) bu cümle Allah’ın Müslümanların tarafını tuttuğu anlamına geliyor. Bu ayet, Müslümanlara seçilmişlik atfediyor. Garip ki Yahudilerin kendilerini seçilmiş sayması yüzünden Allah tarafından lanetlendiğine inanan Müslümanlar, bu ayetin yüzeysel yorumunu aynı seçilmişlik psikolojisinin gerekçesi yaptıklarının farkında değiller.  

Şimdi, kısa bir etimoloji dersi: ‘Din’ deyince, çoğu kez ‘kurumsal dini’ anlıyoruz.  Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm gibi isimler sayıyoruz. Arapça bir kelime olan ‘din’ ‘d-y-n’ kökünün bizim bildiğimiz dinle ilgisi yoktur. ‘Din’ ‘borçluluk bilinci’ anlamına gelir. Ancak, bu kök anlam, çoğu meal yazarı tarafından Kur’ân’da geçen ‘din’ kelimesine atfedilmez.Kaldı ki Batı dillerinde ‘din’in karşılığı olan ‘religion’ da Latince ‘religare’ kelimesinden gelir. “Sıkıca bağlamak” anlamına gelen religare, din kelimesinin ‘borçluluk’ anlamıyla örtüşür. Borçlu ve alacaklı arasında bağ vardır çünkü. 

Etimoloji dersini burada bitiriyorum. 

Pek kolayca anlayabileceğimiz gibi, ayeti anlamadaki sorunumuz ‘din’ kelimesine verilen geleneksel anlamdan kaynaklanıyor. ‘Din’in ‘borçluluk bilinci’ kök anlamından inhiraf edince, ‘din’den ilk anladığımız “Müslümanların temsil ettiği “kurumsal din” oluyor. Bu durumda, ‘İslam’dan Allah’ın ayrıcalık tanıdığı yaşam biçimini, Allah’ın taraftar olduğu bir topluluğu kaçınılmaz oluyor. ‘Din’ kelimesinin ‘borç’ köküne indiğimizde, şöyle bir hitap duyarız ayetten: “Allah’a tek borcunuz, gerçeğe teslim olmaktır.” Gayet sade bir cümle. İnsanı insanlığından yakalayan bir hitap. Ayrımcılık kokmuyor. Tekelcilik teklif etmiyor. Herkese açık. Herkesin kendi içine bakarak başlatabileceği bir yürüyüş! Belli ki, ayeti yanlış anlamak, Avrupalı Hıristiyanların değil, Müslümanların sorunudur. 

Ayet, “Allah’a tek borcunuz, gerçeğe teslim olmaktır” diyor. Gayet sade bir cümle. İnsanı insanlığından yakalayan bir hitap. Ayrımcılık kokmuyor. Tekelcilik teklif etmiyor. Herkese açık. Herkesin kendi içine bakarak başlatabileceği bir yürüyüş! Belli ki, “Allah katında din biz Müslümanların dinidir” diye, ayetin hiç hak etmediği, ayırımcılık kokan, İslam’ı tekeline alma iddiası taşıyan, İslam’ı kendini müslüman sayanların taraftarlık sloganı haline getiren ifadeyi öne çıkaran Müslümanların sorunudur; Avrupalı Hıristiyan politikacıların sorunu değildir. 

O akşam imam dostuma özetle şunları söyledim : “Yanlış anladığımız için yanlış anlattığımız ayeti yanlış anlayan Avrupalılar yanlış bir karar almış. Ayetin yanlış anlaşılması Avrupalılardan önce biz Müslümanları rahatsız etmeliydi. Her birimize incelikli bir ödev veren ayeti, bir ayrıcalık ödülü olarak anlıyoruz. Ödül peşine düşünce, maalesef ödevimizi de üzerimize alınmaz olduk, nezaket yolculuğumuzdan kendimizi alıkoyduk. Kendi içimize bakma sorumluluğumuzu unuttuk. Bizi eşsiz bir inceliğe ve sessiz bir nezakete çağıran ayeti, slogancı bir taraftarlığa, gürültücü bir kabalığa bahane yaptık. Bizi İblis’in yolundan uzaklaştırmasını umduğumuz Müslüman kimliğimizi, bir tür etnik ırkçılığa dönüştürerek, başkalarını aşağılama gerekçesi, kendimizi yüceltme nedeni yapıyoruz. ‘Ben ateştenim, o halde üstünüm!’ diyen İblis’e ‘Ben Müslümanım o halde üstünüm!’ sloganıyla refakat ediyoruz.”

İslam, kendilerini Müslüman diye tanımlayan toplumun kefili ve taraftarı olmaktan fazlasıdır. Müslüman hakikatin tarafındadır; hakikat kimin yanındaysa oradadır; yalan kendi dilindeyse, kabalık kendi elindeyse, kalbiyle diline ve eline karşı çıkandır. Taraftarlık herkese kaybettirir; kabalık herkesi yolundan eder.

Carl G. Jung’un dediği yerdeyiz şu anda: “Dışarı bakan rüya görür; içeri bakan gerçeği görür.” İçimize bakıp ‘hakikate teslim olma’ yolculuğumuza mı devam edeceğiz. Dışarı bakıp bizden olmayan herkesi ötekileştirip ‘hakikati teslim alma’ rüyasına mı kanacağız? 

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar