İsmihan Şimşek
Bir süredir medya ve din üzerine birçok okuma, araştırma yapmaya çalışıyorum. Maalesef Türkiye’de medya ve din üzerine yapılan çalışmalar oldukça kısıtlı. Neyse ki son yıllarda yüksek lisans ve doktora tezleri çalışılmaya başlandı. Fakat bu çalışmalar da belli bir kitlenin ulaşıp okuyabileceği, ilgilisi olan kişilerin faydalanabileceği kıymetli kaynaklar olarak medyadan dini öğrenen hedef kitleye ulaşma noktasında geride kalıyor.
Son 10 yılda oldukça artan medyada dini programlar, programlarda sos olarak kullanılan dini bölümler, Cuma duaları, televizyon vaizlerinin konuk oldukları ve kendi programlarının sunuculuğunu yapmaya başladıkları süreç dikkatle bakan gözlerden kaçmayacak birçok handikabı da beraberinde getirdi.
Bu programlarda seyirci tarafından televizyon vaizine sorulan sorulardan tutun, vaizin anlatış biçimi, tartışma programlarında farklı ekollerden gelen hocaların reytingleri uçuran kavgaları gibi her bir unsur ayrıca incelenmeye değer öğeler barındırıyordu.
Bir İlk: “Oruç Çiğnemek Sakızı Bozar mı Hocam?”
Geçtiğimiz günlerde okuduğum Senai Demirci’nin “Oruç Çiğnemek Sakızı Bozar mı Hocam?” isimli kitabı işte bu incelemeyi hiçbir ayrıntıyı atlamadan, oldukça nüktedan ve toplumun her kesiminin anlayacağı bir biçimde sıkmadan fakat aynı zamanda basitleştirmeden anlatan bir kitap olarak karşıma çıktı. Açıkçası okumakta geç kaldığımı görünce de epey üzüldüm. Akademik çalışmaların arasında boğulurken, bazen sayfalarca makaleyle anlatılmaya çalışılanın iki cümlede anlatıldığı “lafı gediğine koyan” eserleri gözden kaçırabiliyoruz.
Medya ve din üzerine yapılan tüm çalışmalardan farklı olarak kitap üslubu ve edebi varlığı ile dikkat çekiyor. Analizlerin kendine has tarzı, örnekler üzerinden yapılan okumaların etkileyiciliği kitabı medya ve din üzerine yazılan diğer araştırma kitaplarından ayırıyor ve bu alanda bir ilk olma özelliği taşıyor. Bu özellikleri ile kitabın okuyucular, özellikle de “din bu muymuş” diyerek dinden uzaklaşan gençler üzerinde daha etkili olacağı kanaatindeyim.
Medya ve din üzerine yapılan tüm çalışmalardan farklı olarak kitap üslubu ve edebi varlığı ile dikkat çekiyor. Analizlerin kendine has tarzı, örnekler üzerinden yapılan okumaların etkileyiciliği kitabı medya ve din üzerine yazılan diğer araştırma kitaplarından ayırıyor ve bu alanda bir ilk olma özelliği taşıyor. Bu özellikleri ile kitabın okuyucular, özellikle de “din bu muymuş” diyerek dinden uzaklaşan gençler üzerinde daha etkili olacağı kanaatindeyim.
Şimdi gelelim kitapta dikkat çeken birkaç hususa…
Senai Demirci bu alanda yapılan çalışmalara önemli katkı sunacak bir kavram öneriyor bize… Benim “günah çıkarma ritüeli” olarak adlandırdığım durumu, Demirci’nin çok daha geniş anlamlar içeren “din pornografisi” olarak kavramsallaştırması medyada maruz kaldığımız birçok vakayı tanımlıyor. Ben “günah çıkarma ritüeli”ni gündüz kuşağı programlarında seyircilerin tele vaizlere sordukları mahrem sorularla bir nevi günahlarını açık ederek sağladıkları rahatlığa gönderme yapmak için kullanıyorum. Fakat “din pornografisi” bunu da içine alacak şekilde “mahrem olanın deşifre edildiği” tüm durumları kapsıyor. Buna kamera karşısında ölü kefenlenmesi, kabir sorularının canlandırılması vb. gizli, merak uyandıran birçok dini örneği vermek mümkün. Bu tanımlama bize mahremin ifşasının sadece cinsellik üzerinden olmadığını, bu tür teşhirlerin hepsinin pornografik bir etki ile heyecan uyandırdığını net bir şekilde ifade ediyor.
Aslında medya için bu tanımlar çoğaltılabilir. Örneğin sağlık pornografisi… Özel bir odada doktor ile hasta arasında çoğu zaman bir paravan arkasında gerçekleşen muayeneler de stüdyoya taşınarak bu mahremiyet deliniyor. Seyirciler arasından seçilen bir kişi stüdyoda sedyeye yatırılıyor, şikayetleri dinlenip muayene ediliyor ve herkesin gözü önünde bir hamlede yapılan tedaviler “mucizevi” etkiler gösteriyor. Ağrıları ile cebelleşen seyirci bir anda ağrılarının kesildiğini söyleyiveriyor. Buyurun size sağlık pornografisi…
Dindarlık Tehlikesi
Kitapta önemli bulduğum bir başka husus ise dindarlık tehlikesine yapılan vurgu… Evet doğru okudunuz, tehlike… Medyada gördüğünüz hocaların anlattığı din bireysel yaşanan, suya sabuna dokunmayan, insana sorumluluk yüklemeyen, sorgulatmayan bir dine çağrı yapıyor. Bu din öyle bir din ki bilmem kaç bin tane tespih çekmek, birkaç yüz tane Yasin okumak bütün dertlere deva olabiliyor. Abdesti nasıl alacağımızı, mezar ziyaretini nasıl yapacağımızı söylüyor ama bütün bunları neden yapacağımıza dair varoluş sancılarının hiç birine cevap vermiyor. Faiz, ekonomi, siyaset, toplumsal sorunlar, savaşlar gündemine girmiyor. Yani tam da seküler dünyanın, resmi ideolojinin istediği vicdanlara hapsolan din her gün ekranlardan tebliğ ediliyor. Dünyevi algı bununla da kalmıyor bu ritüelleri gerçekleştirenleri “dindar” diyerek tanımlayıp bir kenara koyuyor. Ceylan Kovalamak kitabında “sayıların olduğu yerde coşkuya yer yok” diyen Prof. Turan Koç’un ifade ettiği gibi imanın coşkusu sayılara kurban ediliyor.
Ceylan Kovalamak kitabında “sayıların olduğu yerde coşkuya yer yok” diyen Prof. Turan Koç’un ifade ettiği gibi imanın coşkusu sayılara kurban ediliyor.
Senai Demirci bu noktada dindarlık tanımını güncelliyor: Medya kendisini var edene borcu olduğunu inkâr edenleri “normal” ve “standart” sayar. Var edilme sorumluluğunu yerine getirmeye çabalayan insanları ise “dindar” diye marjinalleştirir, ana-akım insanlığın uzağına bir yere koyar. Haliyle, kendisini “ben dindarım” diye tanımlayan her insan bu gizli marjinalleştirmeye razı olmuş, bu sinsi yabancılaştırmayı kabul etmiş olur.” Ve devam ediyor; “Tanımlama yetkisini haiz seküler seçkinlere göre, bir kişinin ‘dindar’ sayılması için, ortaya koyduğu davranışın gerekçesinin önemi yoktur. Sadece görüntüye bakılır, çünkü sadece görüntüleri ölçülebilir ve tartılabilir. Görüntünün ardındaki asil duygular ve asaletli tavırlar umurlarında değildir. Gerekçesiz eylemler ne kadar sivrilirse, o kadar ‘dindar’ davranış kalıbı görmeyi umarlar dindar canlı türlerinde. Gide gide, içeriksiz sloganları, kof söylemleri, ezberlenmiş davranışları, görenekle benimsenmiş tavırları ‘din’ sayarak, kendilerine ayırdıkları ‘normal’lik alanını genişletirler.”
Medyada gördüğünüz hocaların anlattığı din bireysel yaşanan, suya sabuna dokunmayan, insana sorumluluk yüklemeyen, sorgulatmayan bir dine çağrı yapıyor. Bu din öyle bir din ki bilmem kaç bin tane tespih çekmek, birkaç yüz tane Yasin okumak bütün dertlere deva olabiliyor. Abdesti nasıl alacağımızı, mezar ziyaretini nasıl yapacağımızı söylüyor ama bütün bunları neden yapacağımıza dair varoluş sancılarının hiç birine cevap vermiyor.
Olmazsa Olmazlar
Kitaptaki her başlık ayrı bir tartışma konusu aslında. Medyanın vazgeçilmez söylemleri ince ince işlenerek gözler önüne seriliyor. “az sonra, bizi izlemeye devam edin, ismini vermek istemeyen seyirci vb.” vazgeçilmezlerin görünenden öte anlamları, ekranda anlık gelişmiş, doğalmış gibi görünen birçok olayın ardında aslında nasıl bir kurgunun yattığı açığa çıkarılıyor. Velhasıl ekranda görünenin dini olmasının medya kurallarının işlemesine hiçbir şekilde engel olmadığı iç acıtan örneklerle aktarılıyor.
Kitabın finali ise dönüp kendimizi yeniden bir gözden geçirmemiz için bir iç muhasebesi niteliğinde… Görünmeyen putlarımıza ve bağımlılıklarımıza göndermeler yapan “telsiz baba türbesi” bölümü kendisini tüm hurafelerden beri sayanlara ayna tutuyor. Bize de geriye elimizdeki aynaya mı yoksa renkli ve hipnotize edici ekranlara mı bakacağımızı seçmek kalıyor.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.