Bugünlerde Jung psikolojisini iştahla ve heyecanla okuyorum. Jung okuyunca, elbette ki, ilk olarak ‘gölge’ imgesi her yanımı kuşatıyor. Jung, insanın kötücül ve karanlık yanıyla yüzleşmeden gerçek bir insan olamayacağını vurguluyor ısrarla. Bir ağaç metaforu üzerinden anlatıyor insan olmayı: Ağaç rengarenk çiçeklerini, yemyeşil yapraklarını, taze meyvelerini köklerine borçludur. Bir toprağın karanlığına yeterince cesaretle ve kararlılıkla köklerini uzatmayan bir ağaç, çiçeklerden yapraklardan ve meyvelerden yoksun kalır.
Yirminci yüzyıl bizi insanlığın artık ‘iyi’ ve ‘barışçı’ olabileceğini inandırdı. Meğer bu sadece bir medya gösterisinden ibaretmiş. Siyasal olarak süslenmiş sömürüler, ekonomik manipülasyonlarla yasalaştırılmış hırsızlıklar, en güçlü olanın hayatta kalacağı ilkesine dayalı sistematikleştirilmiş ırkçılıklar, ‘vatan savunması’ bahanesiyle süre gelen vahşi cinayetler sürüyor. Son örneğini Gazze’de yaşıyoruz maalesef. Uygar dünya, bebeklerin füzelerle katledilmesine, çocukların bombalarla parçalanmasına itiraz etmedi. Daha kötüsü, sessiz kaldı. Sadece kimyasal silah kullanılması halinde karşı çıkacaklarını açıkça beyan ettiler. Nükleer silahlar ise asla düğmesine basılacak şeyler değildi onlara göre. Bunu tercüme edersek, kimyasal ve nükleer silah kullanmadığınız sürece, adını ulusal savaş koymanız koşuluyla, insan öldürebilirsiniz, bebekleri ve çocukları odalarında oyuncaklarıyla birlikte yakabilirsiniz.
Jung’un işaret ettiği, ısrarla göstermeye çalıştığı o ‘şeytanî gölge” “o katil öteki” işte burada. Bugünlerde olanlara şükür ki, “kolektif gölge’miz kendini saklamıyor artık. Meydanda. Uçaktan atılan bombalarla gökyüzünde çizgiler çiziyor. Ateş ve dumanlar içindeki şehirlerde kol geziyor. Silahsız ve çaresiz sivillere insanî yardımı bile çok gören, uğursuz yüzüyle, karşımızda duruyor.
Jung’un ‘gölge’sinde gezindikçe, aklıma Musa’nın Tuva vadisi yürüyüşü geliyor. Tuva Vadisi (Bakınız Kur’ân, Taha Suresi) karanlık ve soğuktur. Karanlık ve soğuk olma niteliği Tuva Vadisi’ni bir Jungian gölge olarak tasavvur etmeme izin veriyor. Evet, artık yeryüzünde yolumuzu kaybettik ve üşüyoruz. Karanlık ve soğuk, giderek şiddetini artırıyor. Üstelik bu karanlık bir aydınlık olarak satılıyor bize. Bu soğuk, tüketim hazlarına endeksli, sığ ve kof mutluluklara bağlı, sıcacık bir avunma olarak sunuluyor.
Musa’nın Tuva Vadisi’ndeki çığlığı, orijinal ifadesiyle, ‘ânestu nârâ’dır. “Bir ateş ilişti gözüme” der Musa. Ateşin cılızlığını ve kendisinin ateşe muhtaçlığını vurgular bu ifade. “Ben bir ateş görüyorum” demez. Kendi ifadesi daha çok heyecan yüklüdür; tatlı bir umut çağıltısı taşır Bu ateş karanlığın kontrastında kendini gösteren cılız bir kıvılcımdır. İnce ve sönük bir kıvılcım. Öbür türlü fark edilmeyecek olan bu cılız kıvılcımı, vadinin karanlığı ve soğuğu vurgular, öne çıkarır. “Belki yanında bir rehber bulurum, belki ısınırız” der Musa, üşümüş ve yolunu kaybetmiş yoldaşlarına.
Bunca karanlığı ve soğuğu, Musa’nın kıssasının yeniden sahneye konuluşu olarak yorumlamak istiyorum. Başka türlü umut sahibi olamayacağım çünkü. Başka türlü, kendimi nefes almaya layık göremeyeceğim çünkü. Çocukların katledildiği bir yeryüzünde şiir yazmak suçtur. Soykırımın sürdüğü bir dünyada, soykırıma politik nedenlerle sessiz kalındığı bir gezegende, ilkelerden, adaletten, merhametten, eşitlikten, insanlıktan, ahlaktan söz etmek aptallıktır çünkü…
Bu uğursuz karanlığa ve bu acımasız soğuğa şükürler olsun ki bize ‘o cılız kıvılcımı’ gösterecek gözler bahşetti. “Ben bekliyorum o zalimler de beklesinler…”
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.