2008 yılı. Eylül’ün 17’si. İngiltere Yorkshire’daki gösterişli malikânenin bahçesi kazılıyor. Kazılan, bir mezar. Kurşun kaplı tabuttan “mühür” çıkarılacak.
“Mühür” anlamına gelen ismini bir şekilde hak etmişti 89 yıldır mezarda yatan “Mark”. Torununun ifadesiyle “Ortadoğu’yu Şekillendiren Adam”dı o. 1879’da zengin bir ailenin tek çocuğu olarak doğdu. Yedi yaşındayken, babasıyla birlikte Doğu’ya, Osmanlı topraklarına seyahat etti. Bu seyahat Mark’ın hayatında ciddi bir kırılmaya yol açtı. Yirmi beş yaşına gelmeden yazdığı kitabının adı bu kırılmadan yeni kırılmalar doğuracağını ima ediyordu: Halife’nin Son Mirası: Türk İmparatorluğu’nun Kısa Tarihi. Osmanlı’nın tarihinin “kısa” olmasını, halifenin de “son” son halife kalmasını temenni ediyordu Mark. Osmanlı’nın Sultan II. Abdulhamid’le başlattığı demiryolu seferberliğinin kültürel değişimi başlatacağını, yeni yeni çözülmeye başlamış birliği yeniden onaracağını tahmin etmekte zorlanmıyordu. Öfkesinden rayları tekmeliyor, Hicaz’a doğru kehribar taneleri gibi dizilen tren istasyonlarına Don Kişot’un yel değirmenlerine baktığı gibi bakıyordu. Düşman!
Britanya İmparatorluğun genç yaşında verdiği unvanla Sir Mark Sykes, İstanbul’da İngiliz Büyükellçiliğinde dört yıl çalıştı. 1911’de, Avam Kamarası’na seçildi. 1914’de Başbakan Churchill’e yazdığı mektupta, Osmanlı’nın dikiş yerlerinin nerelerinden sökülebileceğine, ayrışmaların hangi cephelerde başlatılacağına dair derin bilgisini saygıyla ve çekinerek hatırlatıyordu
Britanya İmparatorluğun genç yaşında verdiği unvanla Sir Mark Sykes, İstanbul’da İngiliz Büyükellçiliğinde dört yıl çalıştı. 1911’de, Avam Kamarası’na seçildi. 1914’de Başbakan Churchill’e yazdığı mektupta, Osmanlı’nın dikiş yerlerinin nerelerinden sökülebileceğine, ayrışmaların hangi cephelerde başlatılacağına dair derin bilgisini saygıyla ve çekinerek hatırlatıyordu: “Yerel eğilimler ve olanaklar konusunda tüm bildiklerimin emrinizde olacağını söylersem beni kendi çıkarlarını gözeten biri olarak görmeyeceğinizi umarım.” “Kimleri kimlere nasıl düşürebileceğimi, hangi taşın altında hangi fitnenin saklı olduğunu biliyorum” demeye geliyordu bu cümle.
Çok geçmeden, istediği görevi aldı. İngiltere’nin Ortadoğu politikasını biçimlendiren, Arap ayaklanmasını örgütleyen Arap Bürosu’nun kurulmasına öncülük etti. 1916’da Osmanlı topraklarını paylaşımını haritalara döktü. Osmanlı’nın özellikle petrol bölgelerinde, uydu devletler kurarak, Batı’nın emrine verecek formüller geliştirdi. İşinde titizdi. Hiçbir ayrıntıyı ihmal etmedi. Yeni kurulacak bağımsız(!) devletlerin adını koydu, bayraklarını kendi eliyle tek tek çizdi. Sözüm ona derin tarihlerini hatırlatan bayrakları olacaktı Arapların. Bugünkü Filistin, BAE, Ürdün, Sudan, Kuveyt, Irak, Mısır, Yemen, Suriye bayrakları İngiliz Mark Sykes çizimidir. Hepsinin renkleri ortaktır. Siyah, beyaz, yeşil, kırmızı… Siyah: Peygamber sancağının rengi. Beyaz: Emevi hanedanlığının rengi. Yeşil: Bedir Savaşı’nda taşınan bayrağın rengi. Kırmızı: Mağrip devletlerinin ve özellikle Endülüs’ün rengi. (Sadece Suudi Arabistan ABD tasarımı Vatikanımsı “kutsal devlet” olma özelliğini vurgulamak için olsa gerek, kendine kılıç, hurma ağacı ve kelime-i şehadetten yeşil bir bayrak edindi.)
Sir Mark Sykes 1916’da toprak paylaşımında rakibi olan Fransa’nın, sömürgeci gelenekten yetişme diplomatı Picot ile pazarlığa tutuşarak, Osmanlı topraklarının bölüşümü projesine son şeklini verdi. Daha sonraları pazarlıkta Fransa’ya fazla taviz verdiğini düşünse de, devletinin gözünden düşmedi. 1919’daki Paris Konferansı’na Britanya temsilcisi olarak katıldı. Paris’te misafir olduğu günlerde ateşi yükselmeye, derin nefes darlığı yaşamaya başladı. Birkaç gün sonra Paris’te bir otel odasında ölü bulunduğunda 39 yaşındaydı.
Yirminci yüzyılın başında 50 ila 100 milyona yakın insanın ölümüne neden olmuş İspanyol gribinin en ünlü kurbanıydı Mark Sykes. Yorkshire’da dededen kalma malikânesinin bahçesindeki mezardan kurşun tabut itinayla alındı. Ne var ki yeterince kalın olmadığı için tabutun toprağın basıncıyla çöktüğü, cesedin tümüyle çürüdüğü görüldü.
Yirminci yüzyılın başında 50 ila 100 milyona yakın insanın ölümüne neden olmuş İspanyol gribinin en ünlü kurbanıydı Mark Sykes. Yorkshire’da dededen kalma malikânesinin bahçesindeki mezardan kurşun tabut itinayla alındı. Ne var ki yeterince kalın olmadığı için tabutun toprağın basıncıyla çöktüğü, cesedin tümüyle çürüdüğü görüldü. Bilim adamları, çaresiz, cesedin sağlam kalmış beyninden H1N1 virüsünün örneklerini aldılar. 2008’lerde kuş gribine neden olan H5N1 virüsünün akrabasıyla yeniden tanışarak, virüsün zaman içindeki değişimini gözlemlemek ve aşı üretmek istiyorlardı ama olmadı. Cesedi, bahçede hazır bulunan kilise korosunun okuduğu ilahiler eşliğinde yeniden mezarına konuldu. Kuş gribi ölümlerini önleyemedi ölü Sir Mark Sykes.
Ne var ki Sykes’ın Fransız meslektaşı Picot ile çizdiği, bize “milli sözleşme” (misak-ı milli) olarak takdim edilen, kardeşi kardeşten ayıran, çocukları ebeveynlerinden uzaklaştıran, sokakları, evleri, tarlaları, bahçeleri bölerek çizilen Suriye sınırı başta olmak üzere, keyfî Ortadoğu sınırları ve kızıştırdığı fitne ve ayrımcılık ateşi her gün yeni mezarlar kazdırıyor. Suriye’de, Gazze’de, Yemen’de, Irak’ta, Sudan’da, Mısır’da kuş gribiyle değil kurşunla ölüyor gençler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Kanlı bir “mühür” bıraktı yeryüzüne Mark!
Yine insanı nefessiz bırakan bir virüse karşı geliştirilecek aşı etrafında kurulan komplo teorileri eşliğinde unutuşun toprağına gömülmüş bir “mühür”ü hatırladım. Mark’ın mühürlediği sınırlar hâlâ burada. Yenilenlerin yazdığı tarih olarak komplo teorileri ise hâlâ daha “nefes kesici”.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.