Yazının yazarı ben değilim. Arşivimde buldum. 18 Ocak 2008 tarihli. On iki yıllık. Belli ki bana emanet edilmiş bir yazı. Belki sahibi gelir alır diye buraya koyuyorum. Belki sahibinden önce sahiplenen olur da babasına yazar diye….
18 Ocak 2008 Cuma 02:12
Babacım,
Çok zorda olduğum bir gecede yazıyorum bu satırları sana. Belki de yollamam sana bunu, diğer yazdıklarım gibi. Ben seni çok özledim. Şefkatini özledim. Ben omzunda gezen çocuk olmayı özledim. Baba, ben çok mutsuzum. Sakın duyma dediklerimi sen. Ne kadar mutsuz olduğumu bilme. Kalbimin üzerinden tırmık geçti, tırnak değil. Babam üzülme sakın. Deli senin bu kızın. Yarın mutlu olur yine de. Boş ver, zaten yollamayacağım sana mektubu. Ama işte dertleşmem lazım. Başka babam mı var derdimi diyecek? Benim için “O öldü” demişsin. Ölmedim baba ben. Sahi öldüm mü içinde? Her gün bir defa daha ölüyor, fakat yaşıyorum. Senin evinde yaşatmana dayanamazken, burada ölüyorum, dayanıyorum yine. Dizinde bana bir yer kalmamış yatacak, öyle mi? Saçlarımı okşamazsın bir daha, öyle mi? Halbuki parmakların, hiç kimsenin bilmediği bir sırdı senin. Ben o şefkat sırrını bir daha hiç duyamadım.
Baba yardım etsene bana! Hâlâ mı yetişmiyor çığlığım kalbine, yoksa sen çığlıklarımı duymayacak kadar mı çıkardın beni kalbinden? Yoksa ben artık senin şahin bakışlı kızın değil miyim? Çocukluğumu özledim Trabzon’dan gelirken. Kahramanım benim! Sen, hayatta yegane “yaranmak” istediğimsin. Kedi olup da ayaklarına dolanmak istediğim. Sen hep susuşlarımı bildin babam. Hep kaçışlarımı bildin sen. Yaramazlıklarımı, hırçınlıklarımı, haddi aşışlarımı. Başına açtığım dertler miydi kaşlarını çattıran? Yoksa ördüğüm çoraplar mı? Bunları karşına geçip de soracak kadar cesur değil senin kızın. Çok cesur zannettiğin kızın, “senin gözlerindeki hayal kırıklığına” tahammül edecek kadar cesur değil.
Babam, sen benim kahramanımsın.
Hani eski evin olduğu sokağa ip germiştim, gelip geçen çocuklardan ayakbastı parası topluyordum. Sonra birden arkamda sen. Unutmam mümkün mü o gözleri. “Eşkıya mı olacaksın başıma.” demiştin. Yemek yememe cezası verdiğinde nefret etmiştim senden. Çok zalimdin ama. Ama nereden bilebilirdim ki anneme verdiğin talimatın tatlılığını. Ben kaç yıl boyunca aceleyle yediğim o patates kızartmalarını bilmediğini sandım. Kimse sen gibi bakmıyor gözlerime. Ellerime dokunan el şefkatli değil ki sen kadar. Şefkatin şehvetsiz olanı ne güzel şey. Bana küstün ya baba, mutlu olamadım hiç ben de. Annem anlattı, gece el ayak çekilince dolaptan gömleğimi çıkarıp da koklarken yakalamış seni.
Ve hâlâ yüreğimde yaramsın sen, üzdüğüm babam.
Ata binmeyi senin için sevdim ben. Korkardım aslında, sen bunu da bilmezsin. Babam, ben o gazetedeki köşe yazılarını da hiç sevmezdim, çok sıkıcı senin gazeten. Seninle okumaktı değerli olan. Bütün o sıkıcı yazılara değdi. Yatağıma uyurken koyduğun kediden korkardım aslında, sen gurur duy diye cesur kızınla, sustum, korkmamış gibi yaptım. Şimdiyse içimde nasıl bir özlem, bir kedi koysalar uyurken göğsüme, mırıltısıyla uyansam. O karayemişe tırmanmayı da istememiştim aslında. “Erkektir benim kızım.” demiştin, yanındaki komşu Ahmet amcaya. Babamı mahcup mu edeyim, nasıl da tırmanmıştım ama. Avucuma bıraktığın çekirgeye ne demeli, kalbim duracaktı korkudan. Olsun. O evin merdivenlerinde eliyle omzumu sıkan babam vardı ya yanımda. Hani duvarında karanfiller olan ev. Hepsi ve dahası yanımda “sen” varsın diye güzeldi, babam.
Babam, ben seni çok özledim. Hafiflemedi mi kusurum, affedilmedim mi hâlâ, ben burada bilsen ne mutsuzum.
Kızın
Hamiş: Küs bir babaya arzuhaldir. Elçiye zeval olmaz imiş. Dua ile…
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.