Kültürümüzde “din görevlileri” var; şükür, ruhban sınıfı yok. Kişilikleri kutsallaştırılmış, görüşleri dokunulmaz kılınmış ‘ruhâni liderler” yok. İlkesel olarak böyle ama uygulamada öyle mi, emin değilim. Bununla birlikte, din görevlisi diye bilinen çoğu devlet memuru halkın gözünde saygındır, değerlidir. Bu saygının temelinde onların “masum” ya da “günahsız” olmaları değil, dinî konuları daha çok bilmeleri vardır. Herkes gayet iyi bilir ki ve hisseder ki, doğrudan Rabbine sesini duyurabilir. Allah’a ulaşmak için birilerinin hatırını saymak gerekmez.

Kimse yeryüzünde Allah’ın temsilcisi ya da gölgesi değildir; sadece Allah’ın tecellisidir. İmam da olsa, Papa da olsa, Haham da olsa, herkesin nefsini tanıma ve Rabbiyle tanışma yolculuğu biriciktir, özgündür. Her türlü hatayı, kırıklığı, tereddüdü, şüpheyi, isyanı içerir. Ne var ki, pratikte, dinin bilgisine duyulan saygı, o bilgiyi bilenin kişiliğine yönelebiliyor. Dinî konularda cahil kalmayı tercih eden, inisiyatif almaktan kaçınan çoğunluk, sorgulanmaz bir otoriteye yaslanmayı tercih ediyor. Bu tercihin psikolojik bir kökeni vardır.

Bir otoriteye yaslanmak, onu şefkatli kollarına teslim olmak, “çocuk benliği modu”nda yaşamanın konforuna yatkın olan herkesin hayatını kolaylaştırır. Tam da bu yüzden, insanlar Allah’la tanışırken, Allah adına konuşan insanların tavrıyla karşılaşırlar. Çok geçmeden, Allah’ı anlatanlar Allah’ı temsil ediyor zannedilir. Sonunda, Allah’ı anlatanların niyetlerinden bağımsız olarak, Allah’ı anlatanların sözü ‘Allah’ın sözü’ olarak duyulur. En sonunda, Allah’ın gölgesi, dokunulmaz otoriteler belirir. Dinin kaynaklarına doğrudan erişimi ısrarla engelleyerek kendi iktidarlarını tahkim ederler. Görünen o ki, Allah’ın elçi olarak seçtiği bireyleri, bu kutsal otoriteler arasından seçmez. İbrahim’e Musa’ya, İsa’ya Muhammed’e ilk karşı çıkanların, Allah adına konuşan “mollalar” olmasına şaşırılmalı….Elçilerin agresif rakipleri agnostikler, deistler, ateistler değildir. Ali Şeriati’nin çok iyi saptadığı gibi, peygamberler “dine karşı din” mücadelesi verir. Kur’ân’da sıkça vurgulandığı üzere, dini tekellerine almış, din üzerinden edindikleri saygınlığın ve dokunulmazlığın konforuna yaslanan bu aktörler, çoğu sivil bir insan olan, adeta “sokaktaki adam” diyebileceğimiz peygamberleri küçümserler: “Nasıl yani? Olacak iş mi? Allah bula bula seni mi buldu peygamber yapacak? Biz peygamber olmalı değil miydik?”

“Allah adına” seslenmenin “Allah’ın yerine” konuşmaya dönüştüğü bir evrede, çoğu gençlerden oluşan modern toplulukların Allah’la tanışması zorlaşıyor. Pencere olması gerekenler, perde oluyor kaçınılmaz olarak. Sonuç olarak, Müslüman toplumlarda “din görevlileri” ilkesel anlamda değil ama pratikte ‘ruhban sınıfı”na dönüşüyor.

Yıllar önce, henüz toy ve heyecanlı olduğum gençlik günlerimde, bir dostumun sık sık bana tekrarladığı cümleyi hiç unutmuyorum: “Muhterem, Allah insana her şeyi verir ama tek bir şeyi vermez: Allahlığını…” İnsan hata edebilir, isyan edebilir, yanlış yapabilir; bunu bilen Rabb-i Rahim insana merhamet eder, anlayış gösterir, bağışlar… Bu sonsuz anlayışa rağmen, insan, “Hayır, bu yaptığım yanlış değil, doğrusu benim yaptığım!” derse, Allah’ın yanlışı ve doğruyu belirleme yetkisini çalmış olur. Rol çalar. Rububiyet, doğru ve yanlışı belirleme yetkisidir. Uluhiyet, çirkin ve kötüye karar verme hakkıdır. İşte bu Allah’ın insana anlattığı, insanı ikna etmeye çalıştığı ama insana hiç vermediği, asla vermeyeceği bir yetkidir: “Yanlış yapabilirsiniz; anlarım ama yanlışınızın doğru olduğunu iddia ederseniz, haddinizi bildiririm” der adeta.

Ne var ki gerek dindarlar gerekse seküler bireyler, Allah’ın yerine geçmeye pek hevesli gibi. Allah, insanların kusuruyla kabul eder; ezelden beri muradı budur. Rahman, insanların kusurluluğunu sever gibidir. Ademoğlundan kusursuz olmalarını değil, kusurlarını kusur bilmelerini ister.

Ancak, din adına konuşanlar, kendilerini Allah’ın sözcüsü konumuna geçirenler, sıfır hatalı, hiç kusursuz bir hayat emrederler. Garip ki bu da bir insanî zaaftır: mükemmeliyetçilik iddiasıdır. Mükemmeliyetçiler hiç de mükemmel değildir. Allah insanın hatalarıyla ‘adam’ olabileceğini söyler ama Allah adına konuşanlar, peygamberlere ve onun önde gelen takipçilerine “masumiyet” sıfatı yüklerler. Kurtuluşu masumiyete kilitlerler; ne yazık ki masumiyet insan için mümkün değildir; o halde insanın kurtuluşu da mümkün değildir. Masumiyete kilitlenmiş bir kurtuluş senaryosu sadece kaygı ve umutsuzluk üretir.

Görünen o ki din adamları yokluktan varlığa alınmış, eksikliğine razı olunmamış, hiç görünmezken görür ve görünür kılınmış olduklarını unutmuş gibiler. Allah için her bir umuttur; var olmayı hak edecek kadar umuttur. Allah için insan bir bin umuttur; hayat sahibi olmayı hak edecek kadar umuttur, şuur sahibi olmayı hak edecek kadar umuttur, Allah’ın hitabına muhatap olacak kadar umuttur. Ama garip ki, çok garip ki, Allah adına konuşanlar, Allah adına kimseye umut vermez. Varsa yoksa azaptır vurguladıkları. Allah, kendisinden korkulan olmalıdır. Allah korkunçtur. Tehditkârdır Allah sözüm ona…

Sonuç: Allah’ın verdiği umudu, anlayışı, merhameti, affediciliği alamadıkları gibi, alsalar da kimseye koklatmıyorlar. Allah’ın kendine sakladığı biricik şeyi, Allahlığı almışlar. Allah yerine geçip Allahlık yapıyorlar-bilinçli ya da bilinçsiz olarak. Kimlerin cennete kimlerin cehenneme gideceğine karar veriyorlar.

Son bir hatırlatma ve tahmin: Din adamlarının-büyük ihtimalle kendilerinin de istemediği-bu ruhbanlık pozisyonunu almalarının temelinde “din bilgisi” eğitiminin asosyal ortamlarda yapılması var. Sosyal temastan arındırılmış, dört duvar arasına hapsedilmiş, pencerelere küsmüş, gecenin yıldızlarından habersiz, gündoğumu heyecanı yaşamayan, kuş cıvıltılarına aldırışsız bir “din eğitimi” (daha doğrusu-“din bilgisi eğitimi”) Allah’tan -bilinçli ya da bilinçsizce-rol çalmakla sonuçlanır. Asosyal ortam, anlayışı, bağışlayıcılığı, merhameti öğretemez.

İnsan, diğer insanlarla ilişkisinde tanır kendini ve Rabbini. Kendisine şefkati kendi hatalarıyla kucaklaştığında uyanır. Ayıplarının mahcubiyetiyle öğrenir Rabbinin üzerindeki serin merhametini. Hiç kusursuz olma, hiç günahsız kalma iddiası, insanı Rabbinden de kendinden de uzaklaştırır. Kendisinden uzakta kalan ise çatık kaşları ve kara suratıyla Allah’tan rol çalar. Allah’ı korkunçlaştırdıkça, kendisine yönelik öfkesini kutsallaştırır ve herkese bulaştırır.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar