“Öte” demektir âhiret. Her şeyin ötesi var. Ötesiz bir şey yok; ötesi olmayanın kendisi de yok oluyor, siliniyor, silikleşiyor. Şimdi bu satırları okuyan olarak da harflerin ötesine açıyorsunuz aklınızı. Harflerin kendisine takılmıyorsunuz. Harflere takılıp kalsaydınız, okuyor olamayacaktınız bu satırları. Belki ‘r’nin güzelliğinden, belki “ğ”nin yalnızlığından, “s”nin iflah olmaz eğriliğinden, “k”nın dik kafalılığından söz edecektiniz. Okumak harflerin ötesine bakmaktır. Okumak, harfleri işaret olarak görüp, harflerin gösterdiğini görmektir. Okumak, harflerin şimdi ve burada bir “ötesi” olduğunu fark ettiğimizde başlıyor, harflerin ve kelimelerin “âhiret”i olduğuna ikna olduğumuzda gerçekleşiyor.
Gündelik hayatımızda sürekli “âhiret”in ardına düşüyoruz: Trafik işaretinin ötesine bakıyoruz; yolun girilmez olduğunu öğreniyoruz. Saatimizde rakamlara bakıyoruz; vaktin daraldığını fark ediyoruz. Güzel bir ses duyuyoruz; adına “aşk şarkısı” diyoruz; kalbimizi ötelere gönderiyoruz.
Âhiret’i, öldükten sonra başlayan hayat olarak algıladığımızda, şimdi buradan, hayattan uzaklaştırıyoruz.
Âhiret’i, öldükten sonra başlayan hayat olarak algıladığımızda, şimdi buradan, hayattan uzaklaştırıyoruz. Derken, şimdi ve burada olan şeylerin âhireti, yani “ötesi” bizi ilgilendirmez oluyor. Varlığı âhiretsiz algılayınca, boyutlarını kaybediyor varlık, yalınkat bir yavanlığa dönüşüyor; istenmez bir artık oluyor gözümüzde. Pencere olacakken, perde oluyor eşya. Matlaşıyor; arkasını, ardını, sonrasını, fazlasını, ötesini karanlıkta bırakıyor; yok saydırıyor. Kataraktlaşıyor. Işık geçirmez oluyor. Müjde vermez oluyor.
Böylece, “şimdi ve burada” söyleyecek bir şeyi olmayan, “şimdi bura”ya katkıda bulunmayan, sonraya ertelemiş, en sonunda ortaya çıkacak bir dünya görüş[süzlüğ]üne mâhkum oluyoruz. Garip ki en çok dünyaya lazımken, bu dünya görüşü dünyada hiç var olmuyor; hiç sorumlu tutmuyor bizi. Ürettiğimiz değil, maruz kaldığımız bir akıbete doğru, iradesizce ve korkuyla sürükleniyoruz.
Haksız da sayılmayız elbette, genel geçer din dili, kabir azabıyla korkutmalar üzerinden öğretiyor şimdi burada “adam gibi” olmanın gereklerini. Cehennem ateşinin tehdidiyle inşa ediyor sözüm ona edebi ve ahlakı. Bir tür tehdit dini ve şantaj ahlakı oluşturuyor ki, “dindar kesim” diye sosyolojik bir azınlık ve marjinal grup diye değerlendirilen insanlar, zoraki ilkelere ister istemez boyun eğenler olarak, duygularla doğrulanmayan şekilci bir itaat içinde gözlemleniyor. Bunun kaçınılmaz örnekleri de giderek çoğalıyor. Sığ, çiğ, toy, kaba olan her şey gibi, en çok göze çarpan oluyor. En çok duyulan, en çok sözü edilen, en çok polemiği yapılan, en çok reyting yapan, en çok reklam alan, en çok kazandıran…
İtiraf edelim artık; bu tür inşa edilmiş, tırnak içindeki “müslümanlık”ın hayata estetik katkısı yok. Dünyayı eğreti ve kaba yaşama bahanesini çoğalıyor. Âhiret dediğimizi dünyada/n inşa etme sorumluluğu taşımayınca, dünya hayatı geçiştiriliyor, burada dişimizi sıkıp idare etmemiz tavsiye ediliyor. Sonuçta, mimaride iddiamızı kaybediyoruz; sanat lüzumsuzlaşıyor, estetik sorumluluğumuz olmaktan çıkıyor, incelik ve nezaket uzakta kalıyor. Başlarına sardıkları sarıkla, sırtlarına geçirdikleri ibrişimli cübbelerle, hormon marifetiyle uzattıkları sakallarla dinin temsilini oluşturan, maket tipler, karikatür kişilikler öne çıkıyor. Kendilerini “ehlisünnet” diye markalıyorlar, başka herkesi ve her şeyi dışlıyorlar.
Âhireti bekleyerek yaşamak değil, “âhiretli yaşamak” beklenir mü’minden.
Âhireti yaşamak için ölmeyi beklersek, şimdiden ölür ve her şeyi bizimle beraber öldürürüz. Âhireti bekleyerek yaşamak değil, “âhiretli yaşamak” beklenir mü’minden. Âhiretli yaşamak, görünenlerin görünmeyene şahitliğine şahit olmaktır. Varlığı anlam ifade edici olarak deneyimlemektir. Varlığın kanatlarını sonsuza açmaktır. Eşyanın yüzünü özel mesaj taşıyan, tebessümler taşıran bir mektup olarak okumaktır. Ân’ın içinde sonsuz bir sorumluluk duygusuyla var olmaktır. İşini sınırsız bir özenle yapmak, ödevini nihayetsiz bir ihtimamla tamamlamaktır. Estetik duyarlılık, sonsuzluk algısıyla gelişir, ebediyet ümidiyle var olur. Gelip geçici olanı geçiştirmekten başka seçeneği olur mu ki insanın?
Âhiret’i, öldükten sonra başlayan şey olarak algıladığımızda âhireti hayattan uzaklaştırıyoruz. Genel geçer din söyleminin ağır taşları arasında gerçeği un ufak ediyoruz. Hayata katkıda bulunmayan ve hayata katılmayan “uzak”, “soğuk”, “yabancı” bir “din” anlayışını pekiştiriyoruz.
Sâhi, imanın kaçıncı şartıydı âhirete iman etmek? Emin miyiz âhiretten? Yoksa sanıyor muyuz âhireti? Sonsuzluğun varlığını “yüce dinimize göre” diye bir alıntı olarak taşıyoruz aklımızda. “İnancımızda vardır ki” diye kültürel bir zorunluluk olarak mı seslendiriyoruz dilimizle? Bir vestiyerin üzerindeki gömlek gibi sürüklüyor muyuz imanımızı? Giyinmedik mi henüz?
Yoksa içimizin de içinde mıh gibi çakılı mı ahiret? Her nefeste soluklandığımız gerçek mi ahiret? Gökyüzü gibi şeffaf kucaklayışıyla bize dirilten, ayakta tutan, yüzümüzü onurluca tuttuğumuz, gözümüze sevinçli ışıklar devşirdiğimiz, sevdiklerimizi hazır bulduğumuz, yağmurunda seve seve ıslandığımız, ümit kanatlarımızı alabildiğince açabildiğimiz, alnımızda müjdeli serinlik diye ağırladığımız bir gerçek mi?
Gerçek mi?
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Hayat,can ve yaşam ne kadar mucizevi şeyler. Anı yasabilirsek eğer her şey göründüğünden daha güzel ve anlamlı olacak…