Kar tanesi gibi insan. Yere düşünce dokunuyor bize. Ne var ki o zaman da çoktan erimiş oluyor. Kar tanesi gibi göklerden yanımıza doğru süzülürken, etrafımızda sessizce dolanırken, dönüp bakmıyoruz yüzüne. “Nasılsa orada” diye biricikliğini fark etmiyoruz. Toprağa düştüğünde fark ediyoruz eşsiz varlığını. Zamanında göremeyişimize yanmakla kalıyoruz. Hep öyle oldu. Hep böyle olacak.
Ben böyle zamanlarda zamanı geri sardırıyorum hayalimde. Meselâ, bir gün öncesine gidiyorum, başlarına geleceklerden habersiz yaşayan o insanlara bir veda edasıyla bakıyorum. Gözlerinin içine bakarak, özür diliyorum kıymetlerini bilemediğim için. Kahramanlarımız olacaklarını, arkalarından göz yaşı dökeceğimizi haykırmak istiyorum. Susuyorum.
Bolu Kartalkaya Kayak Tesisleri’nde 21 Ocak 2025 gecesine kâbusa çeviren alevler hiç başlamasaydı, geri kalan fotoğraflarına şimdi hüzünle baktığımız insanlar o sabah neşe içinde kahvaltıya oturuyor olsalardı, ne Sena’dan ne eşinden ne dört evladından haberimiz olacaktı. Aramızda kar tanesi sessizliğinde dolanıp duracaklardı. Biriciklikleri fark edilmemiş olarak. Sıradan sanılarak.
“Bana biraz Sena’yı anlat!” dedim komşusu psikolog dostum Şeyda Betül Kılıç’a. Uzunca bir suskunluğun ardından zorlanarak yazabildi: “Ben mi? Nasıl? Kelimelerim çok karışık. Kalbimin bilinmeyen bir odasında bir köşede ağlıyor sanki, yardım istiyor.”
Durdum bunun üzerine. “Susalım” demek istiyor Şeyda Betül
“Dudaklarımızı kilitleyelim.” “Kelimeleri kar tatiline gönderelim.” “ Vıdı vıdı etmeyelim.” “Hayatın neşeli akışını kesen ölümün hayata dair söyleyeceklerine açalım can kulağımızı.”
Ama çok gürültü geliyor kulaklarımıza. Tv canlı yayınları, radyo cızırtıları, itfaiye, resepsiyon, otel, kayak, yangın merdiveni, belediye başkanı, bakanlar vs. deyip duruyoruz. Bedeli canlarla ödenmiş bir nasihatin içten fısıltılarını bile isteye susturuyoruz.
Haydi artık izin verelim de o gecenin ağır bedelini canlarıyla ödeyenler konuşsun. Sena konuşsun meselâ. Alevler arasındayken, “Anne, hakkını helal et!” diye ölümü kabullenişinin yankısı kalplerimizin en kuytu köşelerine uzansın. Çocuklarını ateşten alamayışın yakıcı çaresizliğini dile döksünler. Unuttuğumuz en temel gerçeği, insanın kırılganlığını, hatırlatması Sena’nın ve kaderdaşlarının giderayak iyiliği olsun bize. Çoğumuzun unutayazdığı Doğu Türkistan mezalimine bir kız çocuğunu dördüncü evladı kabul ederek sessizce büyütmenin azmini öğretsin vurdumduymaz kalplerimize.
Birkaç haftadır Dilara Ayşe Deniz’in Kusursuz Düşüş kitabını gezdiriyorum yanımda. Bitmesinden korka korka yavaşça okuyorum. Bal tadar gibi yokluyorum satırlarını. “Hüzünde ve kederde dünyayı aşan bir güzellik vardır. Tinsel ıstırabın akabinde dökülen gözyaşlarının bizi kutsal olanın yaldızına boyayan bir büyüsü vardır.”
Acının ve kederin bizi vurduğu demlerde, dünya külünün altında sıcacık köz olarak bekleyen kardeşliğimizle tanışırız. Kırılganlığımız ve yaralanabilir oluşumuz şefkatle elimizden tutup hoyrat iktidar kavgalarının kenarına çeker bizi. Ateşli telaşların göğsüne durup düşünme serinliği bahşeder. Derinimizde sessizce akışan merhametin çağıldamasına izin verir.
Şimdi burada olduysa, şahit tutulduysak, bu derin hüznün bir çağrısı olmalı. Bu dayanılmaz acı, bu sert veda bir şeyler fısıldıyor olmalı bize. Hüznün bilge fısıltısına can kulağı verelim. Giderken canımızı yakan, canımızı yaktıkça, aynı candan oluşumuzu hatırlatan, merhametimizi alevlendiren canlarımız diriltsin bizi.
vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı… Nedir bu Allah aşkına! Azıcık aklınız karışsın. Her şeyi de bilmeyin, canım. Kekeleyin mesela. Nefesiniz kesilsin. Dizlerinizin bağı çözülsün. Sözün tükendiği yere gelin. Siz mışıl mışıl uyurken, evladını alevlerin arasından alamayan annelerin kalbine değsin kalbiniz.
Şimdi susalım; ölüm konuşsun.
Yeniden çerçevelesin hayatı.
Susalım; ateşteki canlar avuçlarımıza gecenin siyahında kızıl gül gibi emanet ettikleri hayatı anlatsın.
Üzülmeyin, onlar bi’ daha ölmeyecekler. Ölmek bizim derdimizdir artık.
Bize devrettiler ölmenin ağırlığını ve yaşamanın inceliğini. Yaşamak, boyun ağrımızdır bundan böyle. Haydi, iş başına!
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.