Çölde devesini kaybetmiş olan bir adamın hesabını yapalım bugün. Çölden uzakta, şehrin elini uzatsan istediğini alabileceğin caddelerinde yürürken bu sorunun gerçek cevabını vermek hayli zor görünüyor. Versek de matematiksel bir cevap olur bu. Çöldeki adamdan deveyi çıkarıp geriye kalanı kuru kuru hesap etmekten öteye geçemeyiz. Ancak bir deve sırtında geçebileceği çölden çıkma ümidi devenin yuları gibi elinden kayıp gitmiştir en başında. Yalın ayak kumların ortasında kala kalmıştır adam. Devesi, giderayak, sadece ümidini götürmüş de değildir; sırtında taşıdığı yiyeceğini, giyeceğini, içeceğini de hiç lüzumsuz yerlerde dolaştırıp durmaktadır artık. Yaya kaldığı yetmiyormuş gibi, aç ve susuz da kalmıştır; gecenin ayazına karşı korunaksız, gündüzün alev alev sıcağında gölgesizdir.
Böylesi bir hesap karşısında, devenin sahibi “Olmasa da olur!” diyebilir mi devesi için? “Amaaan, canım sen de!” deyip gözden çıkarabilir mi devesini?
Kırk yılı aşan ömrümde ne bir deveye ihtiyacım oldu ne de bir deve elimden kayıp gitti. Şu halde, çölde devesi kaybolan adam meselini anlamaktan fersah fersah uzaktayım. Çölde devesini kaybeden adamın, hiç ummadığı bir anda devesin yanı başında bulunca yaşadığı sevinci de hissetmekten çöller kadar uzağım. Ama az da olsa bir empati kurarım diye çöle götürdüm aklımı, uçsuz bucaksız kum yığınının orta yerinde bıraktım. Ne bir yöne dair ipucu var etrafımda ne de bir yol görünüyor. Çöl ki, her an değişiyor, dönüşüyor. Vadiler tepe oluyor, tepeler bir anda düzleşip kayboluyor. Hiçbir şey yerli yerinde durmuyor. Susuzluk had safhada. Ne bir dere şırıltısı duyuluyor ne de pınara giden patika umudu hayal edilebiliyor. Mecalim sıfırlanmış; ayağımı yerden kaldırmaya halim yok; tek bir adımım tonlarca yükü taşımak gibi omzumda.
Devem yoksa, hiçbir şeyim ben. Varsa, ümidim var. Öyleyse, her şeyin tükendiği, dilimin damağıma yapıştığı, ayaklarımın kumlara gömüldüğü, bakışımın bulandığı bir anda, aniden başını munisçe üzerime doğru uzatan devemin sürpriz varlığına ne kadar sevinmeliyim? Billur suların dilimi damağımı okşayışı kadar… Soğuktan buz kesmiş tenimi sımsıcak örtecek battaniye kadar. Açlıktan önümü göremez olmuşken, ağzıma aldığım sıcacık bir lokma kadar.. Çölün öbür kıyısında beni bekleyen, gözleri yolda kalmış sevenlerimin yüzlerine yayılan eşsiz tebessümler kadar… En az bu kadar. Kesinlikle bundan kat kat fazlası kadar. Yo, yo, sıcaktan kavrulmuş tenimi, sususluktan çatlamış dudağımı “daha daha daha”ların yetmeyeceği derinlikte bir serinliğe daldırmış kadar sevinmeliyim.
Matematiksel bir hesabın kuruluğundan sıyrılabilmişse duygularımız, belki şimdi o Nebevî tesellinin serinliğine bandırabiliriz kalbimizi: “Bir kulunun günah işledikten sonra tövbe ederek hatasından dönmesi karşısında Rabbinizin hoşnutluğu, sizden birinizin ıssız çölde devesini kaybedip tekrar bulduğu andaki sevincinden daha fazladır.”
Belki daha önce de duyduk bu sözü. Ama çölde değiliz nasılsa diye, hiç çölde deve kaybetmedik diye, hem sonra kaybetsek ne olacak ki üstünkörülüğüyle geçip gittik o çölleri yeni baştan kurutan rahmet umutsuzluğuna vaha olabilecek Peygamber tesellisinin yanından. Durup içmedik. İçip kanmadık o serinliğe.
Şimdi biraz duralım o pınarın başında: O meselde çölde devesini kaybeden adam Rabbimize benzetiliyor. Kul ise deveye. Devesini kaybeden adamın halini uzun uzadıya anlatışımın sebebi, Rabbimiz ile biz kulları arasındaki ilişkiyi daha hissedilir kılmaktı. Adam ile devesi arasındaki ilişki şiddetli ihtiyaç ekseninde derinleşiyor. Issız bir çölde adam devesine öylesine muhtaçtır ki, vazgeçemez devesinden, gözden çıkaramaz devesini. Ben kulu ile Rabbim arasındaki ilişki elbette ki ihtiyaç eksenli değil; bana muhtaç değil O. Haşa; O’nun bensiz edemeyeceğini söylemek aklımın ucundan bile geçmez. Ama Rabbimin sadık elçisi (asm), Rabbimle aramdaki ilişkiyi ihtiyaç eksenli bir meselle anlatıyor. Sanki ben O’na değil de, O bana muhtaçmış gibi anlamam gerekircesine… Neden ki?
Rabbimin üzerimdeki rahmetini anlayayım diye olsa gerek bu tersinden mesel. O öylesine şefkatli ki üzerimde, beni kolayca gözden çıkarmıyor. “Bu kulum günah işledi, sürüden ayrıldı. Olsun, başka kullarım var zaten!” istiğnası rahmetle uyuşmuyor olmalı ki böyle bir meselle anlatıyor Rabb-i Rahimimi bana. “Madem günah işledin, üstelik ısrarla ve bile isteye hata ettin, ne halin varsa gör!” denmeyi hak ettiğim halde bile, benden vazgeçmediğini, yüz üstü bırakıp arkasını dönmediğini bilmem gerekiyor olmalı Rabbimin rahmetinin derinliğini anlamam için. Üstelik kaybolmuş deve ne bilir sahibinin bunca yolunu gözlediğini diye hatırlatırcasına, hem sonra cahilcesine sahibiyle birlikte kendisini de boş yere çölde ölüme terk ettiğini bildirircesine, Rabbimin rahmetinden ümit kesme kusurumu bile rahmetinin serinliğiyle bağışlayıp, kazara O’na dönsem bile, seve seve yeni baştan beyaz bir sayfa açmaya hazır olduğunu görmem için anlatılmış olmalı bu mesel.
Develer hâlâ çölde ve avare… Sahiplerinin kendilerinin hevesle beklediğini bilmeksizin yanlış yollarda yürümekte… Ah, bir bilseler ne kadar sevinç borçlu olduklarını Sahiplerine
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.