Eşya ile ilişkimizi yenilersek ancak, yeni bir toplum inşa edebiliriz. Krizlerimizin hepsi ilişki kaynaklıdır; eşya kaynaklı değil. Sorun, sahip olduklarımızın çokluğu ya da azlığı değildir. Sahip olduklarımızla/olmak istediklerimizle az mı, çok mu oyalandığımızdır. Cüneyd-i Bağdadî, Efendimizin [asm] övündüğü “fakr”ı, çokluk-azlık üzerinden tanımlamaz: “Hiçbir şeye sahip olman değildir fakr; ne kadar çok şeyin olursa olsun, hiçbir şeyin sana sahip olmamasıdır.”
Eşyan sana mı ait? Sen eşyaya mı aitsin? Sahip olduğun şeyi “veremez” hale gelmişsen, onun üzerindeki tasarrufunu yitirmişsin demektir. Veremediğin şey seni “almıştır.” Sen onu “almış” olsaydın, gerektiğinde verebilirdin de… Alış-verişine konu olan şeyin gerçekten sahibisin demektir. Ama elindekini vazgeçilmezin biliyorsan, sen ona bağımlısın demektir. Oysa o seni vazgeçilmezi bilmez. “Ben onsuz edemem” dediğin şey sana aynı aşkla karşılık vermez. “Ben de sensiz edemem” demez. Senin elinde değil de başkasının elinde olsa da yine işe yarar, çalışır, değerinden kaybetmez. Bir tür “madde bağımlılığı” diyebilir miyiz buna…
Maddesi olmadığında kıvranan bir insan. Kullanacağı insanını bulmasa da elden ele gezecek kadar “keyfi yerinde” bir madde. Sanki madde özne; insan nesne… Madde sahiplenilmiyor, sahipleniyor. Servet ele geçmiyor, ele geçiriyor. Servet insana sırtını dönmüş; insan servetin ardı sıra koşuyor. Mal, sahibine tok; sahibi mala aç. Servet sahibine hizmet ediyor değil, sahibi servete hizmet ediyor. Servet süvari; insan binek.
İnfak sınavı, ters-yüz olmuş insan-eşya ilişkisini düzeltmek içindir. Eşyanın gerektiğinde elden çıkarılabilir bir şey olduğunu bildiğimde, eşyanın beni ele geçirmesine izin vermem. Sahip olduklarıma canı gönülden, memnuniyetle, sevinerek başkasının da sahip olmasına izin verebiliyorsam, sahip olduklarımın bana sahip olmasını önlerim. Bende olanı “sana verdiklerimizden başkalarına da ver!” [Bakara,3] emrine canla başla uyarak, gönüllüce, başa kakmadan, minnete sokmadan verebiliyorsam, bende olanın “benim” değil, “bana verilen” olduğunu kabullenirim. Bana verildiğini bildiğim şeyi, bana Veren’in ver dediğine, ver dediğince, ver dediğinde verebiliyorsam, bendekinin bana verildiğini asla unutmam.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.