Türkçede ‘güzel’ kelimesinin kökünde “göz” ve “el vermek” kelimeleri saklı diye biliyorum. “Göze el veren”e kısaca “göz-el” denirmiş. Yani, önce “göz” vardır, sonra “güzel” var olur. Güzel, güzel gören gözün umduğudur; güzel görmek isteyen gözün aradığıdır. Göz, güzele değince aradığını bulmanın zevkiyle sakinleşir, hep oracıkta kalmak ister. Zamanın akışını durdurur; vaktin kalbine yerleşir; sonsuzluğu başlatır.
Güzel bir manzara tablosu karşısında büyülenen birine şunu sorarım: “Bu manzarayı oluşturan en önemli parçayı nedir?” Çoğu kez manzaranın çerçevesi içinde bir şey arar: “Dağ, mavi deniz, yelkenli, bulutlar…” Gözlerini kapatmasını isterim. Sorarım: “Hani dağ?” “Deniz hâlâ mavi mi?” Yelkenli nereye uçtu?” “Ya bulutlar?” Gözlerini açar ve manzara yeniden var olur. Sonuç: “Manzarayı var kılan senin ‘nazar’ındır. Zaten ‘manzara’ ‘nazar edilen’ demektir. Nazarın yoksa, manzaran da yok. Senin nazarındır manzaranın en önemli parçası…”
Bir adım daha ileri gidelim ve şunu sorarım: “Kimin çizdiği manzaraya bakıyorsun?” Resmin bir köşesinde bir imza vardır elbet. “Ressamın ‘görmek istediği’ ile senin ’görmek istediğin’ aynılaştığı için şu an büyülendin. Evet, bir aynılaşma var burada, bir aynalaşma var. Ressamın görmek istediği için var kılışı ile senin var kılındığı için görmek isteyişin buluştu. Bakışlar akıştı, göz göze gelindi.
Tabloya bakarken, ressamın bakışını da kendi bakışını da çerçevenin içine koydun. Baktığın her nesnede kendi bakışına bakıyorsun, ressamın bakışına bakıyorsun. Dahası, ressamın henüz sen orada yokken senin bakışına bakışına bakıyorsun.”
Görüldüğü üzere, “güzel” dediğimiz hep sonradan geliyor. Öncelik, güzel gören gözündür. Güzellik, güzel gören gözde saklıdır başından beri. Güzeli gören göz, aradığını bulur. Güzel görmek isteyen göz, güzeli var kılar, güzeli işler, güzelce nakışlar. Türkçeye “güzellik” kelimesinin anlamını taşımak için giren Arapça “hüsün” kelimesinin kökeninde ‘ihsan’ kavramı vardır. Güzel bakışların mayası olan Peygamberimiz [asm] ihsan kavramını tarif ederken, üç defa ‘görme’ fiiline başvurur: “İhsan, Allah’ı görür gibi yaşamaktır, sen Allah’ı görüyor olmasan da Allah seni görmektedir.”
İnsanı güzel olarak görmek isteyen ‘Ressam’, insanı böyle güzel çiziyor. İnsanın biricik varlık nedeni, insanı insan diye görmeyi dileyenin böyle dilemesi: “Maşaallah!” Yani, insan, tepeden tırnağa, “ne dilerse Allah”tan ibarettir.
Şimdi de Ressam, insandan kendisini, kendisini güzel görmek isteyene göre çizmesini bekliyor. ‘Güzel görünmek’ üzerinden canlansın istiyor estetik duyarlılığı.
Güzel olma sorumluluğum, benim Allah’ı görmemle başlıyor. Allah’ı “görmem” ise, Allah’ın beni görüyor olduğunu görmemdir. Güzel gören ‘göz’deki yerimi almak için güzelleşirim.
İnsan aynada hem kendine bakar hem kendini ‘kendi’ diye çizenin bakışını görür. ‘Ben’ diyebildiği için ‘kendi kendine’ bakan bir göz olabiliyor insan. Kendini aynada seyretmek, insan işidir. Yapılan deneyler, hayvanların aynadaki görüntüleriyle pek de ilgilenmediklerini göstermiştir. Hayvan, aynada gördüğünün ‘kendisi’ olduğunu algılayamıyor. Çünkü bir ‘ben’ bilinci yok; birinci tekil şahıs farkındalığından yoksun.
İnsanın en büyük ve belki de en ayırıcı özelliği kendini aynada seyredişi… “Bu benim!” diyebilir olması. Her şey işte o ‘ben’ diyebilmeyle başlıyor. İnsanoğlunun bu ‘ben’ deme işini abarttığı çok iyi bilinir. Kaderdaşımız Narcissos’un hikayesi mâlum; kendi kendine âşık oluyor; suda yansıyan yüzüne bakakalıp susuzluktan ölüyor.
Halil Cibran’ın o şahane cümlesiyle tanışalım şimdi: “Güzellik, kendini aynada seyreden sonsuzluktur.” Halil Cibran’ın ana dili Arapçada ‘güzellik’ ve ‘sonsuzluk’ anlamında kullandığı kelimeleri yazarak tekrarlayalım cümleyi: “Hüsün, kendini aynada seyreden ebediyettir.”
İşte bu: ‘Hüsün’ ve ‘ebediyet’ aynada kilitleniyor. Hüsün diye baktığımız ne varsa, onu var kılan ebedî bakışla göz göze geliyoruz o an. Ressamın bizim bakışımıza bakışına bakıyoruz, Ressam’ın bakışından ibaret olduğumuzu fark ediyoruz.
‘Hüsün’ dediğimiz ‘güzellik’ görme-görülme ekseninde çoğalan ‘ihsan’ın sonucudur. Görünmelerimizin nihai hedefi O’na görünmektir. Gören’in nihai görmek istediği de bizim O’nun bizi gördüğünü görmemizdir.
Özetlersek, insan hem görendir hem görünendir hem göründüğünü görendir. İnsan hem gözdür hem güzeldir; hem nazardır hem manzaradır; hem bakıştır hem nakıştır.
Sahi, aynada o kadar oyalanışımız niye? Nereden çıktı bu selfie çekimler? Ne çekiyor bizi ‘self’imize? Niye bu kadar kendimizin gözbebeğiyiz ki?
Şimdi aynada kendi yüzünü seyrederken sen, ‘ben’ dediğini görüyorsun. Senden sana “Bu benim!” diye bakan kim sahi? Görmeyi bir kaç nörokimyasal etkileşime indirgeyemezsin değil mi? Gören kim ola ki senin gözünle? Kim görüyor seni ‘ben’ diye? Kimi görüyorsun sen, kendi ‘self’inde?
Sakın o ‘ebediyet’ olmasın senin gözünün ardındaki!
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
”O ELLERİN ÜZERİNDEKİ ELLER BENİMDİR.” GİBİ BİR EL Mİ ?