Kur’ân, Fatiha ile başlar. ‘Açılış’ anlamına gelen Fatiha ise, ‘hamd’ kelimesiyle başlar. Hamd etmek, kendi varlığının kendine borç olduğunu bilincini canlı tutan bir minnettarlık duygusundan kaynaklanır. Hamd etmek, her şeyini borç aldığını bilme mahcubiyetiyle yaşamaktır. Borçlu olduğunu itiraf eden insan, her kimden aldıysa bu borcu, ona borçlu kalarak bu dünyaya veda etmeye hazırlanır. Borcun kime olduğunu ise ilk ayetin ikinci kelimesi açık eder: ‘Allah’a…” Ancak hiç kimse, borçlu olduğunu fark etmeden, borçluluğun doğurduğu minnet duygusunu tatmadan laf olsun diye ‘Allah’ dememeli. Bu yüzden, ayetin akışında kelimelerin sıralanışı (sentaks) aynı zamanda farkındalık sırasını açık eder.
Allah’a borçlu olduğunu kabul eden insana Allah yeni borçlar verir, ta ki dünyadaki niyetini açıkça ortaya koysun. Ona borcumuzu ödemek sonsuz zaman gerektirir; öyleyse Allah’ın da sonsuz zamanı borç vermesi umulur. Sonsuz minnettarlığa karşılık sonsuz zaman.
Mademki her şeyimizi Allah’tan borç alıyoruz; her şeye dair seçimlerimizi de Onun belirlemesi ve teklif etmesini bekleriz. Bunu kabul ettiğimizde, uzak ‘tanrı’ imajını, hayatın içine taşıyoruz, yaşamın kılcallarına akıtıyoruz. Hayat, böylece, manevi bir kıble kazanır. Her şeyin konumunda ve yöneliminde, duruşunda ve akışında bir ilke olduğunu fark ederiz. Kimse kendi başına buyruk değildir. Hiçbir şey serseri olamaz. Yoksa, hem kendi değerine zarar verir hem başkalarını yaralar. Yerinden ettiği her şey için bir zulüm işler. Böylece, insanoğlu ego-merkezli olmaktan, eko-merkezli olmaya yönelir. Bu bakış, tüm evreni, bir Rabbin terbiyesi altında kardeşler olarak görmektir. Yaratıcı’nın bir oluşunu, her şeyin birliği olarak algılarız. Evreni, kendi içinde ve bizimle uyumlu, bize tanıdık yüzüyle yönelen, içinde bizi seve seve ağırlayan bir ağ olarak bize sunduğu için ayrıca minnet duyarız Allah’a. “Elhamdulillah”ın ardı sıra gelen ‘rabbil âlemîn’in anlamı bu noktada odaklanır. Çünkü “âlem” demek, “aşinalık” demek, “anlaşılabilirlik” demek.
İnsanın en istemediği şey, bulunduğu yerde kendini yabancı hissetmek, istenmediğini düşündüğü bir yerde bulunmaktır. Etrafındaki dizilime bir anlam vermeden rahat edemez insan. İçinde bulunduğu bütünün işlevsel bir parçası olduğunu hissetmeden edemez. Her şeyin yüzünde, insana doğru yönelmiş o tanıdık ve sıcacık tebessümü, Türker Kılıç, “anlamaktan gelen sevinç” olarak adlandırır. Etrafımızda olup bitene ‘âlem’ diyebilmemiz için, o sayısız akışın bir anlam taşıması, bir ‘ilim’ üzerine hareket etmesi, bir bilgelik odağında kümelenmesi gerekir. Anlaşılabilir ve tanıdık olması gerekir. Bu koşul gerçekleştiğinde, anlaşılabilir olana dair sevincimizin ifadesi “Hamd olsun Rabbine âlemlerin” cümlesi olur. “İlim” kökünden gelen “âlemler” algılanabilir/anlaşılabilir ağlar içinde olmanın minnettarlığına çağrıdır.
Bu da bize gösteriyor ki, bu akış ağında, ‘şeyler’in birbiriyle ilişkisinde etik ilkeler geçerli. Her şeyin yönelimi ve konumu, bir tür ‘ahlaki değer” taşıyor. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kendince hareket etmesi ve konum seçmesi, söz konusu değil. Her şeyin birbirine bakan yüzünde bir beğenme ve beğenilme simetrisi var. ‘Şeyler arasındaki ilkesel yönelimleri fark etmek, en hayati ekolojik duyarlılık eşiğidir kanaatimce.
“Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı’yla beraberdi ve Söz Tanrı’ydı” diye başlar Yuhanna İncil’i. Neden? Aslında, bu söz, “O ‘ol!’ der ve her şey olur!” diye bildiğimiz ayetin bir başka şekilde söylenişi değil midir? Olan her şey O’nun demesidir. Olan ne varsa, ‘denilen’dir de. Yani, her şey Sözdür. Bu varlık ağı, anlamın ipine dizilmiş tesbih gibidir. Her şey tane tane Söz’ün ipine dizili olarak gün yüzüne çıkar. Önce anlam vardır, sonra bu anlam ete kemiğe bürünür. Anlamı dile getiren evreni ise Kur’ân “âlem” diye adlandırır. Yani her zerresi bir şey söyler, her hareketi bir hitaptır evrenin.
“Âlem” “anlaşılan” “bilinen” “algılanan” Söz demeye gelir.
Türker Kılıç’ın dediği gibi, “evrenin yapıtaşı atom değil, bilgidir.” İşte bu bilgidir varlığın parçalarını anlamlı bir bütün halinde bir araya getiren. ‘Universe’ kelimesinin öneki ‘uni’nin ifade ettiğince, tüm varlık ‘bir’dir ve ‘birlik’ içindedir. Bu birliğe insan minnettarlık duygusuyla, yani ‘hamd ederek’ katılır ve katkıda bulunur.
“Elhamdülillah”ın anlam eksenlerinden biri tüm beğenilerin, bu ağın kurucusu ve ilkelerin belirleyicisi olan “Allah adına” olması vurgusudur. Beğeniler, varlığın var olma nedeni olan Allah’ın beğenisini kıble edinmelidir. Allah’ın beğenmediğini beğenmemeli insan. Allah’ın beğendiğini beğenmeyi öğrenmeli.
İnsan, en çok ve en çabuk beğenilerinde sapar. Allah’ın beğendiğini beğenme, Allah’ın yerdiğini yerm konusunda gündelik hayatta sürekli dalgalanır, savrulur. Çoğu kez beğenimizin sebebi Onun beğenisi olmaktan çıkar, Allah’ın beğenmemizi istemediğini beğenirken buluruz kendimizi. Allah’ın yermemizi istediğini de beğeniveririz.
İlk sapmalar burada olduğu için, ilk ‘istikamet’ talebi de en başa konmuştur. “Elhamdülillah ” demek, “beğenilerimi ve yergilerini Allah’a göre belirlerim” demektir. “Elhamdülillah”ın bu anlamı, “Yalnız Sana kulluk ederiz”in anlamını besler. Allah Resulü’nün tarifiyle, biri(ler)ini ‘rab’ kabul etmek, on(lar)ı doğruların ve yanlışların belirleyicisi kabul etmektir, beğenmelerin ve yermelerin merkezine koymaktır. “Yalnız Sana abd oluruz” demek, “yalnız Seni Rab kabul ederiz” anlamına gelir. Yani, “Doğruyu ve yanlışı belirleyen sadece Sensin” deriz. “Güzelliği ve çirkinliği ayrıştıran Sensin.” “Senin bakışınıı ölçü kabul ederek, kendi beğenilerimizi kalibre ederiz.” “İyyâke n’abudu…” derken, “Yalnız Senin beğendiğini, yalnız Sen beğeniyorsun diye beğeniyoruz. Başkalarının beğenisini, başkalarının beğendirmesini, Senin beğenmenin ve beğendirmenin yerine koymuyoruz” deriz.
Ancak böylece ‘âlem’in içinde var olarak, ‘anlamaktan kaynaklı sevinc’i yaşarız ve anlaşılmaktan gelen memnuniyeti tadarız. İşte bu, sıradan olan her şeyi sıradışı yapar. Bu karşılıklı anlama, olağan sandığımız her an’ı olağanüstü bir farkındalık deneyimine dönüştürür.
Max Frisch’in ustaca keşfettiği gibi: “Zaman bizi değiştirmez; tomurcuklandırır. Biz insan olarak hamd ettikçe, hamd edilesi bir varlığa dönüşüyoruz. İşte budur tomurcuklanma süreci. Biz ne kadar takdir eden olursak, o kadar takdir edilmeyi hak ediyoruz. Sonsuz minnetin doğurduğu ‘hamd’ ile sonsuza kadar minnet duyulası biri oluruz. Bize minnet duymayı öğretenin, bizim minnetimizi dolu dolu ifade etmemize minnet duymasına şaşırılır mı?
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.