İki arkadaşım var; dertleri büyük. Birincisi, yani Hasan, 5 yıl kadar önce, ismi bende saklı müzik meslek grubu derneğinin insafsız ve adaletsiz saldırısına uğradı ve bir gecede her şeyini kaybetti. O kadar ki o yorucu ve acılı günlerinde kedisini bize bırakmak zorunda kaldı. Ağır işlese de, şükür ki, yargı bir buçuk yıl kadar önce Hasan’ı haklı buldu ve ünlü dernek tazminat ödemeye ve arkadaşıma haklarını iade etmeye mahkum oldu. Diğerinin adı Erdal. Karadeniz’in güzel bir ilçesinde, güvenilir tarım firmasından satın alıp fındıklarını keserek diktiği kivi ağaçlarının mevsimi geldiğinde hiç meyve vermediğini görünce, kendisine sadece erkek ağaçların verildiğini anladı. Firmanın ziraat mühendisleri ölümcül bir hata yapmışlardı. Daha çok inşaat sektöründe adı geçen Karadenizli ünlü bir iş adamının holdingine bağlı bu tarım şirketi 3 yıllık bir yargı sürecinden sonra tazminat ödemeye mahkûm oldu.
Adalet üzerinden adaleti oyalamak diye bir tezgâh açılıyor. Bu tezgâh, hukukî gücü olmayan, nüfuzdan yoksun davacıları, mahkeme yolunu aşındırmış güçlü davalıların oyuncağı haline getiriyor. Mağduriyetlerinin tazmin edilmesini bekleyen davacılar, dosyalarının derin raflara geri döndüğünü, yeni baştan uzuuun kuyrukların en sonuna itildiğini çaresizlikle seyrediyor. Haksız olduklarını pekâlâ bilen otoriter kurumlar, adaletin yan yolları üzerinden zorbalık yapıyor ve yasalara dayanan “yasal adamlar” yasal mafyalık yapıyor.
“Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine…” diye bir mutlu son bekliyorsunuz değil mi? Öyle olmadı. Hasan’ın da Erdal’ın da sevinci kursaklarında kaldı. Mahkum olan davalılar, binbir zahmetle zirveye ulaşmış adaleti, Sisifos’un taşı gibi yeniden uçurumun dibine yuvarladılar. Anlı şanlı müzik meslek grubu derneğinin hukuk müşavirleri de ünlü iş adamımızın deneyimli avukatlar ordusu da adaleti, yine adaletin eliyle yokuşa sürdüler. Davaya itiraz, istinaf yolu, Yargıtay, temyiz, yürütmenin durdurulması gibi tuhaf isimli türlü türlü yan hukuk yollarına sonuna kadar-“sonsuza kadar” mı demeliyim-başvurmayı tercih ettiler. Mahkum olduklarında biz safdilleri şaşırtan soğukkanlılıklarının sebebi buymuş meğer. Her iki kurumu temsil eden avukatların-işten ayrılanların vicdanlarına yenilmeleri yoluyla ya da kendi zorbalığını ilan etmekten çekinmeyen küstahlıkları sayesinde ya da uzlaşma masasında davayı uzatma kozunu kullanmakla tehdit etmeleri marifetiyle öğrendiğimiz itirafları şöyle: “Müvekkilimiz davayı uzatabildiğimiz kadar uzatmamızı istiyor. Bu bir hukuk taktiği!”
Maalesef! Bu, adı “hukuk”la anılan bir taktik!
Derken, adalet üzerinden adaleti oyalamak diye bir tezgâh açılıyor. Bu tezgâh, hukukî gücü olmayan, nüfuzdan yoksun davacıları, mahkeme yolunu aşındırmış güçlü davalıların oyuncağı haline getiriyor. Mağduriyetlerinin tazmin edilmesini bekleyen davacılar, dosyalarının derin raflara geri döndüğünü, yeni baştan uzuuun kuyrukların en sonuna itildiğini çaresizlikle seyrediyor. Haksız olduklarını pekâlâ bilen otoriter kurumlar, adaletin yan yolları üzerinden zorbalık yapıyor ve yasalara dayanan “yasal adamlar” yasal mafyalık yapıyor.
Yakın zamana kadar, yavaş yürüyen adalete alternatif aradıkları için insanların mafyaya iş götürdüğünü sanırdım. Şimdi anlıyorum ki, adalete güvenmeyenler mafya arıyor değil sadece, adalete güvenenler de mafya olabiliyor. Hukukun içinde kalarak da, hukukun içinde kalmayı taktik yaparak da, hak sahibine hakkını vermemek mümkün; hak etmediğini söke söke almak mümkün. Sonuçta bu da rafine bir zorbalık, sofistike bir hırsızlık, kamuflajlı bir eşkıyalık demeye geliyor. Adalete güvenen mafya liderleri yasalara son derece bağlı… Yasal yolları herkesten çok görüyorlar. Adaletin arterlerini tıkayarak, kollateral damarlara saparak, insanlar nasıl nefessiz bırakılır ve nasıl pes ettirilir gayet iyi biliyorlar. “Suç örgütü” lideri değiller; cürümleri için hukuk örgüsünü kullanıyorlar. Tepe tepe hem de…
Yakın zamana kadar, yavaş yürüyen adalete alternatif aradıkları için insanların mafyaya iş götürdüğünü sanırdım. Şimdi anlıyorum ki, adalete güvenmeyenler mafya arıyor değil sadece, adalete güvenenler de mafya olabiliyor. Hukukun içinde kalarak da, hukukun içinde kalmayı taktik yaparak da, hak sahibine hakkını vermemek mümkün; hak etmediğini söke söke almak mümkün. Sonuçta bu da rafine bir zorbalık, sofistike bir hırsızlık, kamuflajlı bir eşkıyalık demeye geliyor.
Kendi şirketim üzerinden yaşadığım ise-üzerinden üç yıl geçmesine rağmen-hâlâ içimi acıtır. Maddi kaybım çok oldu; ama manevi kazanımlarım da oldu bu süreçte. Doğrusu, gittiğim her şehirde, benimkine benzer çok sayıda hikâye duyunca, başıma geleni dillendirmeye hakkım olmadığını düşünmüştüm. Az ucundan açayım yine de. Şimdi şöyle oluyor: Kimi fırsatçı avukatlar işten ayrılanları ya da atılanları kedinin fareyi gözetlemesi bekliyor; koku aldıkları anda “eski çalışan”ın omuzlarında bir iyilik meleği gibi beliriyorlar: “Masrafların bizden; hiç merak etme!” diyerek rahatlatıyorlar. Sonra, ülkede, vergi sisteminin gerçek-dışılığı yüzünden, çoğu işverenin kayıt dışı bıraktığı ödemeleri kâğıt üstünde inkâra teşvik ediyorlar. Öfkeli ve muhteris eski çalışan bir anda vicdanını unutuyor. Hakkı hukuku öncelemesi gereken bu tür avukatlar vicdan yoksunluğunu sistematik bir silaha dönüştürüyorlar. İş Mahkemeleri ise, işçiye pozitif ayırım adına, kısa sürede işçi lehine, patronu aleyhine karar veriyor. “Patron” olmak başlı başına “zalim” olmayı çağrıştırdığı için İş Mahkemelerinin değerli yargıçları, deyim yerindeyse, taşı kuyuya atıyor; taşı geri çıkarmayı hukuk sisteminin kollateral damarlarına havale ediyor. Müteşebbisler yargı[sız] infaz ediliyor. İşçiye sözüm ona pozitif ayırım yapmak üzere kurulmuş İş Mahkemesi’nin aceleci kararıyla, giderek çoğalan tazminat yüküyle işletme iflas ediyor, en az 30 işçinin ekmek teknesi batıyor, bin bir emekle yürütülen bir hizmet akamete uğruyor. Adaletin yavaş işleyişi, bu defa, patronuna kızgın her işçiyi, fırsatçı avukatlar marifetiyle, yasal mafya haline getiriyor. Bir işçiye pozitif ayırım yapan hukuk sistemi, onlarca işçiyi işinden ediyor.
Hakkımda “rezil” sıfatını kullanmaya nasıl karar verdiklerini sordum. Beni de şaşırtan laubali bir tavırla “Vatsap gruplarında öyle yazmışlar!” dedi. Demek dedikoduyu haber sanıyorlar, yalana yeterince inanan çıkınca yalan gerçek oluyordu. Hâlâ insafına güvendiğim “muhazakâr” gazeteci-yazar yaptığı hatayı muhafaza etmek için muhafazakârmış meğer. Bir süre sonra bana şunu yazdı: “Arkadaşlar yine de yumuşatarak yazmışlar haberi; ben olsam daha sert çıkardım!” dedi.
Bir de geçen yıl uğradığım bir linç kampanyası var. Kampanyanın başını kendini “İslamcı” diye tarif eden, itibar suikastçılığına adanmış sözüm ona bir gazete ve yan yayın kuruluşları çekti. Kısa süre içinde sosyal medyanın kör ve sağır mızraklarının ucunda, insafsız ve izansız öfke rüzgârının kucağında çoğu dostumun gözünde şüpheli duruma düştüm. Ne dediğini bilmeyen, sadece içgüdüleriyle hareket etmeyi, toptancı hükümleriyle kendisine çokça atarlı taraftar toplamış, 19 kitap yazmış, bir “başörtülü yazar” da koroya katıldı. Bu hanım ablamızla da Yeni Akit gazetesinin yetkilileriyle de hiç var olmadığını acıyla öğrendiğim “kardeşlik hukuku”na dayanarak diyalog kurdum. Hakkımda “rezil” sıfatını kullanmaya nasıl karar verdiklerini sordum. Ondokuz kitap yazmış hanım abla sessiz kaldı. Gazete yöneticisi ise beni de şaşırtan laubali bir tavırla “Vatsap gruplarında öyle yazmışlar!” dedi. Demek dedikoduyu haber sanıyorlar, yalana yeterince inanan çıkınca yalan gerçek oluyordu. Hâlâ insafına güvendiğim “muhazakâr” gazeteci-yazar yaptığı hatayı muhafaza etmek için muhafazakârmış meğer. Bir süre sonra bana şunu yazdı: “Arkadaşlar yine de yumuşatarak yazmışlar haberi; ben olsam daha sert çıkardım!” dedi. Mahkeme yoluna başvurdum bunun üzerine. Beni bir süredir “idare eden” avukatım, “hiç tınmadılar bile…” dedi. “Kaşarlanmışlar çünkü.” Attıkları çamurla kaldılar ve siyasi ya da ticari emelleri her neyse, benim üzerimden oraya ulaştılar, başarı hanelerine yeni bir çentik attılar. Yazışmalarımız hâlâ kayıtlı ve “‘Bu bizsek, ben bizden değilim!’ dediğimi de haber yapın!” dedim kardeşim sandığım gazeteciye. Bu yazıyla o haberin de da sırası gelir. Evet, onlardan değilim! “Din” görünümlü sinsi barbarlığın, “İslam”ı kendilerine kalkan etmiş hurafeci kabalığın sonuna kadar karşısında olacağım. Yine de suçluyum. Medya güçlerini, siyasi nüfuzlarını mafyatöz bir niyetle kullandıklarını görmem için Sedat Peker’in videolarıyla mafyayı yeniden hatırlamam gerekiyormuş.
Belli ki adalet kızımızının terazisinin kefelerine, gözlerinin bağlı oluşundan ötürü basma devri geçti. El çabukluğuyla adaleti temsil eden naif kızımızı şaşırtacak biçimde kefeler yer değiştiriliyor. “Ya ondadır ya bunda!” oyunlarıyla adaletin başı döndürülüyor, midesi bulandırılıyor, karnı ağrıtılıyor, migren nöbetine itiliyor.
Belli ki adalet kızımızının terazisinin kefelerine, gözlerinin bağlı oluşundan ötürü basma devri geçti. El çabukluğuyla adaleti temsil eden naif kızımızı şaşırtacak biçimde kefeler yer değiştiriliyor. “Ya ondadır ya bunda!” oyunlarıyla adaletin başı döndürülüyor, midesi bulandırılıyor, karnı ağrıtılıyor, migren nöbetine itiliyor.
Bu yazımın da suç sayılma ihtimali yüksek. Dileyen savcının hakkımda açacağı soruşturmayı canla başla kabul ediyorum. Ola ki mahkûm olursam, öbür türlü yaşadığım mağduriyeti bir de bu türlü yaşamayı denemiş olurum. En azından mahkeme kayıtlarına geçmesini sağlarım: Adaletin tecelli etmediği yerde, adalet vicdansızların sopası haline geliyor.
Sedat Peker’in 9. ya da 10. videosunu beklerken araya böyle bir mafya görüntüsü koyayım dedim. İyi seyirler…
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.