Ben aynamı kırdım; her parçama hasret düşer şimdi.
Ben aynama kırıldım; her parçam ümide döner şimdi.
-Senai Demirci
“En büyük görev yaşamanın hakkını vermektir” sözünü bir takvim yaprağında göz ucuyla okuduğumdan bu yana en az 30 yıl geçmiş. Otuz yıl bir ömür eder; içinde çocukluğun, gençliğin ve orta yaş durgunluğunun olduğu kâmil bir ömür. Ölsek itiraz etmeye hakkımız yok.
Göz ucuyla okuduğum, belki sadece alıntılamakla yetindiğim o söz, sanki başkalarını ilgilendirirmiş gibiydi. Sanki yaşayan ben değilmişim gibi. Sanki uzaktan seyredermiş gibi yaşayanları… Oysa sahne benimmiş… Hâlâ sahnedeyim… Hayat ciddi. Zaman şaka yapmıyor; akıp giderken, kopara kopara gidiyor bir yanımı. Çoktan eksilmişim. Geri dönüş yok. Hesaplar hep aleyhime. Hüsranda insan. Hüsrandayım.
Biz ömrümüzü ciddiye almasak da, o ciddiye alıyor işini. Sona yaklaştırıyor, sonsuzluğun eşiğine taşıyor her birimizi. Oysa biz… Geleceğin yastığına yaslanıp uyutuyoruz “bugün”leri. Geçmişin hatıralardan ibaret toprağına sarı bir yaprak gibi usulca bırakıyoruz “bugün”ü… Oysa, ne yaslanacak bir gelecek ne avunulacak bir geçmiş elimizde kalan. Sadece bugün. Hatta sadece bu an. An!
Biz ömrümüzü ciddiye almasak da, o ciddiye alıyor işini. Sona yaklaştırıyor, sonsuzluğun eşiğine taşıyor her birimizi. Oysa biz… Geleceğin yastığına yaslanıp uyutuyoruz “bugün”leri. Geçmişin hatıralardan ibaret toprağına sarı bir yaprak gibi usulca bırakıyoruz “bugün”ü… Oysa, ne yaslanacak bir gelecek ne avunulacak bir geçmiş elimizde kalan. Sadece bugün. Hatta sadece bu an. An!
Hayat hep devam edecekmiş gibi, zaman hiç tükenmeyecekmiş gibi, nefesler hep gelip gidecekmiş gibi, fütursuzca harcarız vakti. Sıradanlaştırırız günleri. Basıp geçeriz. Ezip gideriz vakti.
İşte o an geldi şimdi, her şey sustu. Bir nefeslik sahne kuruldu dünyanın tenhasında. Rüzgâr daha bir kuvvetle esmeye başladı. Yaprakların salınışı, kuşkanatlarının titremesi, kadın tebessümleri, çocuk bakışları, kaldırımların uzayıp gidişleri, dalgaların köpüklenişi, ilk ve son defalık, olağanüstü, sıra dışı bir performansa dönüştü. Renklerin hepsi yeniden yaratıldı. Cisimlerin köşeleri sivrildi. Tanıdık ve aşina yüzler olanca büyüsüyle kapladı ufku. Öncelikleri alt üst oldu insanın. Sona bıraktıkları öne geldi; öne aldıkları sona kaldı.
İşte yazar, böylesi anların çocuğudur. Varlığın göğsünden emer sözleri. Sorumlu yaşar; rahatını bozar. Başkalarının umursamadığı kıpırtılar, durgun suya atılmış taş gibi sarsar şairi. Şiir, varlığın tüm kıpırtılarını şairin nabzından dinlenmesidir. Sanki kalp olmuştur zaman ve mekân; göğsünde atar şairin.
Telaşlanırsın yazarsan, sıfatlar ararsın renkler için. Kelimeleri duyguların coşkun akışının ardı sıra koşturursun. Lügatler yetersiz görünür yaşadıklarını dillendirmeye. Harfler geçersizleşir. Seni sana yaklaştıracak bir ses ararsın. Nefesinin biricikliği kesip atar sıradanlıkları. Varoluş karşısında, dağların belini bükecek o ağır sorumluluğu omuzlarında hissedersin. Taşıyamazsın kendini. Şiir olasın gelir.
Ardım sıra bir yazı yazılacak olursa, şunları duymak isterim. Daha doğrusu, bunları duymayı hak etmektir arzum: “Varlık karşısında coşan/taşan bir kalbi taşıdı göğsünde. İnsan diye var olmanın yükünü yüzünde buruk ve utangaç bir tebessüm olarak taşıdı. Geldi ve gitti. Ömrü bir nefeslik heyecana döktü hecelerinde. Hayret etmeyi öğrendi. Minnet duymayı sevdi.”
Ardım sıra bir yazı yazılacak olursa, şunları duymak isterim. Daha doğrusu, bunları duymayı hak etmektir arzum: “Varlık karşısında coşan/taşan bir kalbi taşıdı göğsünde. İnsan diye var olmanın yükünü yüzünde buruk ve utangaç bir tebessüm olarak taşıdı. Geldi ve gitti. Ömrü bir nefeslik heyecana döktü hecelerinde. Hayret etmeyi öğrendi. Minnet duymayı sevdi.”
Herkesin sırtını döndüğü, acımadan yüz üstü bıraktığı “an”ları ipeksi sicimlerle bağladı, ihtimamla fanus içine yerleştirmeye çabaladı. Sonsuzluğu fısıldayan an’lık ürpertiyi hissetti. Yokluğun uçurumundan çekip alınmış varlık pırıltılarını gözlerinde taşıdı. Farkına varmadığımız o sessiz rüzgârı tenhada hissetti. Haber verdi. Uyandı. Uyardı. Ardı sıra kırık sözler bıraktı.”
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Yüreğe güzelce dokunan bir yazı. Yüreğinize sağlık 💐