Umberto Eco’nun “itirafları”nı okuyorum. Aslında Genç Bir Romancının İtirafları okuduklarım. Ellili yaşlarında roman yazmaya başlamış olsa da, “genç” bir romancı olarak görüyor kendini roman yazmanın eşiğinde. Sık sık gerçeğin insan gücünü aştığından söz açıyor. Varlık, bizatihi, şiirin kuşatamayacağı bir şiirsellik taşıyor içinde. Yani “o[lmakta olan] şiirden müstağnidir.”

Eco, yazma serüvenini anlatırken Luchino Visconti adlı yönetmenin bir uygulamasını hatırlıyor. İki oyuncunun içinde mücevher olan bir kutu hakkında konuşmaları gerektiğinde, senaryo gereği kutu açılmayacak olsa bile, Visconti’nin kutunun içini boş bırakmadığını söylüyor. Yönetmen, içinde gerçekten çok değerli bir mücevherin olduğu bir kutuyu oyuncuların çok daha farklı tuttuğunu fark etmiştir. Elindeki tuttukları şeyin içinde servet değerinde bir mücevher varsa, konuşmaları da değişiyormuş oyuncuların. Var olanı ciddiye alıyorlar. Var olduğu için. Varlık, söyleneni doğuruyor.

İki oyuncunun içinde mücevher olan bir kutu hakkında konuşmaları gerektiğinde, senaryo gereği kutu açılmayacak olsa bile, Yönetmen Visconti kutunun içini boş bırakmazmış. İçinde gerçek bir mücevherin olduğu kutuyu oyuncuların daha farklı tuttuğunu fark etmiştir. Ellerinde tuttukları şeyin içinde servet değerinde bir mücevher varsa, konuşmaları da değişiyormuş. Var olanı ciddiye alıyorlar. Var olduğu için. Dediklerinin varlıkta karşılığı olduğu için.

Tıp Fakültesi yıllarımda, ileri derecede kanser olan hastama bir ampul enjeksiyon yapmak üzereyken, elimde tuttuğum birkaç gramlık ‘şey’in o günün şartlarında çok pahalı, dahası hasta için ölüm-kalım değerinde olduğunu hatırladığımda, alnıma terlerin hücum ettiğini, kazasız belasız enjeksiyonu yaptığımda ise büyük bir zafer duygusu yaşadığımı hatırlıyorum.

Var olandan emin olduğumuzda, ona dair kelimeler, olana dair sıfatlar akmaya başlıyor. Yazı yazmak, önce yazdığının doğruluğuna iman etmekle başlıyor. Bir şey var olduğu için yazıya konu olur. Konu edildiği için var olmaz. Yaza yaza gerçek inşa edilmez. Gerçek, yazıyı inşa eden sınırsız ve tarifsiz bir enerji kaynağıdır.

Uzun bir süredir hutbede yahut vaazda duyageldiğim sözlere uzak ve yabani duruşumu yadırgıyordum. Oturmayan bir şey var orada; kalbime öyle geliyordu. Eğreti duran… Naylon görünen… Şükür ki nedenini yakınlarda anladım; ama uzunca bir süre susmayı yeğledim.

Said Nursi’nin neden klasik tefsir geleneğini İşarat’ül İ’caz ile selamladığını, sonrasında muhtemelen “manevî tefsir” demeyi tercih ettiği bir tefekkür yürüyüşünü tercih ettiğini daha iyi anladığımı sanıyorum. “Din”i anlatmanın alışıldık ve ne yazık ki hâlâ devam eden ve giderek kavileşen üslubu, eldeki “boş bir kutu” olarak tasvir ediyor gerçeği. “İşte burada cevher var…” dedikçe, kutunun dolacağına inanmak ister gibi. Kader, ahiret, kitap, resul gibi kavramlar “-mış gibi” “galiba…” “öyle sanıyorum ki…” “inanmamız gerekir ki…” edasında takdim ediliyor. “Yüce dinimiz İslam’a göre…” ifadesi, İslam’a uzaktan bakan, kendi dışında gören bir öznenin söylemi… “İslam’a göre…” diyen aşina oryantalist söylemin içeriden, bu taraftan tekrarı… Oysa aynı insanlar gömleklerinin rengini tarif ederken, “fizik bilimine göre…” “renk yelpazesine göre…” diye bir cümle kurmazlar. “Gömleğim mavidir!” derler; nettirler. Çünkü gömlek gerçek olandır; ama “din” sözüm ona “olması gereken”dir; “varsayılan”dır, “kabul edilen”dir.

Uzun bir süredir hutbede yahut vaazda duyageldiğim sözlere uzak ve yabani duruşumu yadırgıyordum. Oturmayan bir şey var orada; kalbime öyle geliyordu. Eğreti duran… Naylon görünen… Şükür ki nedenini yakınlarda anladım; ama uzunca bir süre susmayı yeğledim. Sorunun kaynağı, Risale-i Nur okuyor olmamdı.

Var olandan emin olduğumuzda, ona dair kelimeler, olana dair sıfatlar akmaya başlıyor. Yazı yazmak, önce yazdığının doğruluğuna iman etmekle başlıyor. Bir şey var olduğu için yazıya konu olur. Konu edildiği için var olmaz. Yaza yaza gerçek inşa edilmez. Gerçek, yazıyı inşa eden sınırsız ve tarifsiz bir enerji kaynağıdır.

Çünkü Said Nursi’de hayat ve din ayırımı yok. Din varoluşa dair her şey ya da hiçbir şey. “Din”i hayatın bir bölümü olarak anlatıyor değil Nursî. Hayat olarak anlıyor, hatta “hayatın hayatı” olarak yaşıyor. İman etmeyi bir zorunluluk olarak teklif ediyor değil. Emredildiği için yaşadığımız bir vecibe olarak anlıyor değil. İman etmek, esmayı okumak, şuur sahibi bir varlık olarak insanın varlığa mukabelesidir. Gerçeğin hakkını vermektir. Hakikatin içinde yürüyüştür. İman etmek, varoluşa karşı tam sorumluluktur. İman etmek, insanın varlığın şiirine kafiye olarak katılmasıdır. İman etmek, insanın ekstra işi değil; eksiğini tamamlamasıdır. Nursi’nin sandığı, varsaydığı bir tez değil bu; bildiği, emin olduğu, gerçek bir veri olarak başladığı yer.

İman, “gerçek’ten emin olma halidir; başka bir şey değil. “Bismillah” bir oluş; her an her yerde başladığımız bir gerçeklik. “Demek”le bitmiyor Bismillah. “Deme”nin olma karşılığı… “Allah’ın izniyle…” dememiz gereken bir haldeyiz. Birinci Söz kesin bir ciddiyetle bu gerçeği hatırlatıyor. Dudağımıza aldığımız sözün, halimizin tercümesi olduğunu kaydediyor. Risale’yi farklı kılan bakış açısı Haşir Risalesi’nde iyice kristalleşiyor. Ahirete imanı, öldükten sonra dirilmeyi, Said Nursi, şahit olduğumuz varoluşu tamamlayan yeni bir gerçeklik olarak yaşıyor, yaşatıyor. Buradaki yarım kalmışlığın tamamlayıcısı… Dünya hayatında kalbimizi kanatan çelişkilerin çözümü… Gerçeğin öbür ucudur ahiret. Yoksa, Nursi, Haşir Risalesi’ni niye bahar bahçelerinde taze tomurcukları seyrederek yazıyor olsun ki… Gençliğindeki kalabalık müktesebatına gider kelam kitaplarını gözden geçirir bir güzel tasvir ederdi. Öyle yapmadı. Öyle yapmıyor. Kalbini gerçeğin acısına vuruyor. Varoluşun özünde saklı çelişkileri bir tül perde gibi görüyor. Varoluşsal çelişkileri perdenin gözenekleri olarak açımlıyor. Zor olanı yapıyor. Sahici olanı…

Kutuya mücevher koyuyor. Kutuda mücevher var zaten. Farkında mısınız?

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!

Sizin için seçtiğimiz yazılar