Kırk yıla yaklaşmış yazı hayatım. Hatırlıyorum; 1984 yılında taşlardan başlamıştım. Ayağıma dolanan taşlardan başlamıştım: “Şu dünyanın taşına bak!” diye çağırmışım okuyucuyu. Sonra kar taneleri, yağmur, toprak, gece, derken, kalbimi kelimelere asmışım. Kelimelerin ardı sıra kelebeklerin ardınca koşar gibi koşmuşum. Zaafımdır kelimeler; itiraf ediyorum. Kelimeleri biriktirdiğim bir sandığım vardır; yeni bir kelimeyi yeni bir hazine bilip saklarım. Eminim ki her kelime, ya ortak bir acının ya da sevincin bayrağıdır. Geçmişin ıstıraplarının bekçisidir; bir şiirin kalbidir, bir hatıranın çığlığıdır. Dudağa alınmalı, nefese dolanmalı, ille de cümle içinde kıvranmalı; yeni kulaklara doğru kanatlanmalıdır. Kelime sandığımı böyle böyle büyüttüm. Geriye dönüp baktığımda gördüğüm şu: Kelimelerin kaderi benim kaderim olmuş. Kaderim kelimelerin hatırını saymak olmuş.
“Oda”sına uğradığım, “göz göze geldiğim” “sır” diye sakladığım, “düş” diye yorumladığım, “taş” diye avuçladığım, “yüz”ünde kendimi kaybettiğim, “el”inden tuttuğum, “ekmek” diye tattığım, “yağmur” bilip ıslandığım, “ip”ine tutunduğum, “kül” diye oyalandığım, “köz”ünde yandığım kelimeleri “ağaç” diye dikmek istedim. Çoğu burada. Anlamın toprağına kök salmış tutunmuş, kalbin göğüne doğru dal budak büyümekte, çiçeğe durmaktadır.
Tıbbı ve psikolojiyi tutku derecesinde yaşayan biri olarak, insanın kelimelere tutunarak ayağa kalktığına, içinde saklı sesler taşıdığına, dudağına dokunan bir ifadeyle iyileştiğine şahit oldum. Ruh üfler kelimeler insana. Can bahşeder doğru cümle. Büyüdür ifade. Yakar yıkar sözcükler. “Mavi,” deniz kokar. “Ekmek” sıcacıktır, doyurur. “Çay” demler toy insanı, katmanlaştırır varlığı, vakte karşı duruşu öğretir. “Aşk” yolları keser, arka sokaklarda ağlar. Siyahtır “sevda”; gözünü karartır insanın. Ve bir de “ah!” vardır ki, tek hecede, dudağa bile değmeden yangınlar başlatır. “Kelebektir” kelime vesselam; tatlı bir çırpınıştır kalbin göğünde, sürpriz sevinçler taşır gönlün bahçesine, kanatlarında güneşli şarkılar saklar, ardı sıra koşanları yaz[ı]lara uğurlar, toz kanatlı kırılganlığını en sonunda sonsuzluğun eşiğine bırakır.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
Bugünüme denk düştü..