Bu fotoğrafta görünmeyen biri var. Fotoğrafta görünenlerin ikisinin de gözettiği… “Gözbebeği yavruları…” Biri o gözbebeğinin annesi, diğeri annesinin annesi. Fotoğrafı çeken, bebeğin yüzü objektife dönük olmadığı için olsa gerek, “gözbebeği”ni kadraja almamış. Ama olsun, bu iki kadının bakışı, hiç açıklama yapılmamış olsaydı da, orada, gözlerinin irice düştüğü noktada, tebessümlerinin kristalleştiği yönde, bir bebeği hayâlen “var etme”ye yetiyor. Başka hiçbir şey iç içe geçmiş bakışların sıcaklığını tamamlayamaz çünkü. Bakılan, bakışları belirliyor. Bakışlar bakılanı tasvir ediyor.
Fotoğrafın arkası İstanbul Boğazı’nı gösteriyor ama ben başka bir şey daha görüyorum. İstanbul Boğazı kadar hayatî ve biraz da paradoksal: O fotoğrafta görünmeyen bebek sayesinde görüyoruz bu fotoğrafı. Kadraja girmeye değer görülmeyen “gözbebeği”nin gözünden görüyoruz o bakışları. Şöyle not düşmüş fotoğrafa, artık kendisi de anne olan @esraceceli:
“Anneannem ve annem… Arka planda İstanbul Boğazı. Kadrajda yokum ama baktıkları bebek arabasındaki ben. Annem, anneannemi Boğaz’a gezmeğe götürmüş. Bir film karesi gibi. Anneanneciğime rahmet olsun.”
Yetmişli yılların ‘anneannesi’ artık dünyanın kadrajında görünmüyor; yine iki kadının bakışı kadrajda olmayan anneanneyi var ediyor şimdi. O kadrajın annesi ve o kadrajın görünmeyen gözbebeği Esra, öyle bir bakışla bakıyorlar ki, orada bir “anneanne” olmalı… Bu dünyanın kadrajında görünmese de, hep görmeye değer bir gözbebeği olarak var olmalı. Hep olmalı… Anneannenin bakışı görünmeyen Esra’yı ne kadar görünür yapıyorsa, Esra’nın şimdiki bakışı anneanneyi o kadar “görünür” yapıyor; görünmeye değer olduğunu belgeliyor. Sonsuzluk ümidinin eşiğine getiriyor kalbi. Fotoğraftaki iki kadının sıcacık bakışlarının ucun boş bırakmayan Yaratıcı, şimdi dünyada olan iki kadının-annesi ve torunun-bakışını da boş bırakmaz elbette…
Bir de şu:
Bu siyah-beyaz kadrajda görünmeyen bebek, o siyah-beyaz kadrajı görünür yapıyor bize. Kendisinin görünmeyişini gösteriyor. Kendisinin görünmeyişini göstermede #esraceceliyalnızdeğildir
Her birimiz, kendi görünmeyişimizi gösteren işaretleriz aslında. Dünya kadrajındaki varlığımız şimdiliktir; sadece şimdilik. Bebek arabasında fotoğraflan-ama-dığımız günlerin biraz öncesine gidince, hiçbir objektifin önünde değiliz, hiçbir gözün gözbebeği olmaya değmiyoruz. O kadar görünmeziz ki, arayanımız yok. O kadar değersiziz ki bekleyenimiz yok! “Olması gereken” bir “şey” bile değiliz. Hiçbir hesabı yarım bırakıyor yokluğumuz. Hiçbir fotoğraf karesini eksik bırakmıyor görünmeyişimiz. Hiçbir gülüşü yarıda kesmiyor eksikliğimiz. Her şey biz olmadan tamam; eksikliğimiz hiçbir şeyi eksiltmiyor.
Ama şimdi buradayız. Hesapları tamamladığımızı düşünüyoruz. Fotoğraf karesinde görünmeyişimizi görüyoruz. Eksikliğimizin eksiklik sayılmayışını hesaplayabiliyoruz. Kendi yokluğumuza sonsuz bir uçurumun başından bakar gibi bakıyoruz. Şimdi, her nedense, hatırlanmaya değer olduğumuzdan eminiz. Hak ettiğimizi düşünüyoruz var olmayı ve görünmeyi, karelerde yer almayı. Oysa sürpriz bu. Hiç beklemediğimiz. Hiç ummadığımız. İstemesini bile bilmediğimiz. Doğrusu şu ki, her birimiz kendi yokluğumuzu, eksikliğimizi, unutulmuşluğumuzu kadrajlayan fotoğrafçılarız…
Belki bu fotoğraf vesilesiyle hatırımızı sayanın, eksikliğimizi fark edenin, görünmeyişimizi görenin, olmayışımızı dert edinenin, yokluğumuza razı olmayanın hatırlattığı şu söz-kadrajına koyarız kendimizi: “Hatırlamaz ki insan ki hatırlanmaya değer değildi.” (İnsan, 1)
Bu hatırlatma, benim “sözbebeğim”dir. Evet, evet; yanlış yazmadım: “Sözbebeğim”
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.